25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü...
Tüm dünyada kadınların şiddete karşı bir araya gelerek seslerini yükselttikleri bir gün...
Ne var ki, kadına yönelik şiddet olayları durmadığı gibi dünyanın hiç de azımsanmayacak bir bölümünde kadınlar bu şiddeti protesto etme hakkını bile kullanamıyorlar. Kimi ülkelerde ise kağıt üzerinde var olan bir çok hak gibi bu hak da engelleniyor.
***
Bunun nedeni, söz konusu şiddetin köklerinin çok derinlere uzanması...
İnsanın tarih öncesi dönemde bile cinsiyet farkına dayalı toplumsal düzenler kurduğu...
Bu düzenlerin toplumsal kadın ve erkeğe farklı roller vermeleri nedeniyle eşitsizlik doğurduğu biliniyor.
***
Örneğin, neolitik adı verilen dönemde erkekler avcılık yaparken bitki ve tohum toplayan ve ilk tarımsal üretimi yapan kadına verilen önemin arttığı anlaşılıyor...
O dönemden kalan tahtında oturan tanrıça heykelciklerinin (idoller) hemen her neolitik toplumda yaygınlaşması ve bunların aynı zamanda tapım amacıyla kullanılması bu durumu gösteriyor...
Kalıntılardan, “anaerkil” olarak tanımlanan devlet öncesi o toplumlarda erkeklerin ikincil bir konumda oldukları anlaşılıyor.
***
Tarihin bir dönüm noktası olan maden işletmeciliğinin gelişmesi, bunun sonucunda savaş aletlerinin yağma ve avlanma imkanlarını genişletmesiyle birlikte erkekler öne çıkarken kadınların “saltanatı” sona eriyor...
Tabii bu bir anda olmuyor...
İlk devletler, avcı ve savaşçı toplumların güçlü erkek liderleri tarafından yönetilirken, “toprak ana”yı temsil eden kadının da kutsal bir erk taşıyan erkek yöneticilerle birlikte hüküm sürdüğü anlaşılıyor. Ancak zaman kadınların aleyhine işliyor.
***
Toplumsal statülerini kaybeden kadınlar önce ikinci plana atılıyor, daha sonra “ev idaresi” ile yetinmek zorunda kalıyor...
Yasalar, erkek egemen toplumun ihtiyaçlarına göre düzenleniyor...
Dinsel inançlarda bile kadın “şeytan” tarafından baştan çıkarılıyor ve dünyadaki kötülüklerden sorumlu tutuluyor.
***
Feodal toplumlar, sabanı bir çift öküzü ile birlikte süren “çiftçi”yi feodal “efendi”nin kölesi haline getirirken, silah taşıma, ata binme gibi “savaşçılık” alametlerini de “efendilerin” tekeline veriyor...
Bu arada statü kaybetmeye devam eden kadın, evin hanımı olmaktan çıkıyor, erkeğin malı haline geliyor...
Böylece bizim folklorumuzda da yer alan “at-avrat-silah”ın sahibi olan “yiğit”, bir “eşya” gibi gördüğü kadını sahipleniyor.
***
Nazım Hikmet, “Kadınlarımız” adlı şiirinde o kadınların trajedisini şu müthiş dizelerle anlatıyor:
“korkunç ve mübarek elleri /ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /anamız, avradımız, yarimiz /ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen /ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen /ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız /ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki /ve kara sabana koşulan kadınlar... /bizim kadınlarımız.”..
Nazım’ın büyüklüğü odur ki; en çaresiz anında bile kurtuluş savaşımızın kaderini belirleyecek çatışmaya kağnıları içinde top mermileri taşıyan “çıplak ayaklı” kadınların içindeki gücü ve cevheri şiirin devamında şu sözlerle dile getiriyor:...
“şimdi ayın altında /kağnıların ve hartuçların peşinde /harman yerine kehribar başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. /Ve onbeşlik şarapnelin çeliğinde/ ince boyunlu çocuklar uyuyordu. /Ve ayın altında kağnılar yürüyordu /Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.
***
O kağnıları hedefe ulaştıran kadınlar, Afyon’da kazanılan büyük zaferin komutanı ve cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği haklarla bir anda en “uygar” devletlerde bile kadınların sahip olmadığı ya da çok uzun mücadeleler sonucu kazandığı haklar elde ettiler...
Şimdilerde o hakları hem yasal alanda hem de günlük hayatta kullanma mücadelesi verdikleri için şiddete uğruyor, hatta öldürülüyorlar...
Ancak inanıyoruz ki, Nazım’ın sözünü ettiği o yürüyüş hiç durmayacak, çıplak ayaklarıyla top mermisi taşıyan kağnıları Kastamonu’dan Afyon’a ulaştıran kadınların torunları hak ettikleri tüm özgürlükleri söke söke alacak ve kullanacaklardır.