Avrupa’da “sağ” olarak tanımlanan akımların uzunca bir süredir yükselme süreci içinde olduğu biliniyor...
Ancak bu konudaki tartışma “sağ” ve “sol” kavramlarının son zamanlarda iyice karışmış olmasından ötürü pek verimli bir biçimde yürütülemiyor...
O nedenle yazımıza devam etmeden önce bu konuda kısa bir not düşmekte fayda var.
***
Bilindiği üzere “sol” ve “sağ” kavramları, Fransız Devriminden sonra sosyal konularda reformlardan yana olan grupların parlamentonun sol tarafında oturmasından, tutucu (monarşist) kanadın üyelerinin ise sağ tarafta toplanmasından “türetilmişti!..
Bu kavramlar, geçmişte kapitalizme karşıt ya da onun reforma tabi tutulmasını savunan gruplar ile “tutucu” yani kapitalist-emperyalist sistemi ve ortaçağ değerlerini savunucu grupları tanımlamak amacıyla kullanılmış ve literatüre yerleşmişti...
Ancak...
Özellikle 1990 yılında Sovyetler Birliğinin ve Doğu Blokunun dağılması, Avrupa ülkelerinde komünist partilerin kendilerini feshetmeleri, ardından sosyal demokratların ve “yeşiller”in neo-liberalizmin savunucuları arasına katılmalarıyla sözü edilen kavramlar anlamlarını büyük ölçüde yitirdi.
***
Sözü edilen dönemde “eski solcu hareketlerin” önemli bir bölümü, anti-emperyalist tutumlarını terk ederek Batı demokrasisini “ikonlaştırdı” ve “uluslararası sağ akımların babası” olarak nitelenebilecek ABD ve Batı Avrupa’nın neo-liberal ideologlarının peşine takıldı. Bu süreç sonucunda bazı “solcular” özellikle “emperyalizm” söz konusu olduğunda “sağcılardan” daha sağcı bir hale geldi...
Dünyanın tüm ülkelerinde neredeyse yüz yıl boyunca sol fikirlere damgasını vurmuş olan Marksizmin gözden düşmesi de bu duruma eklenince eski Marksistlerin (hatta “Marksist-Leninist ve Maoistlerin”) bir çoğu “kökenlerini keşfederek” etnik ve mezhepsel akımların etki alanına girdiler...
Böylece “solcular” kendilerini halkın büyük çoğunluğuyla birleştiren “ulusal” ve “toplumsal” değerlerden koparak ayrılıkçı etnik hareketlerin, “anarşizmin”, “çevreciliğin” ya da LGBT gibi akımların savunuculuğuna soyundular.
***
Ekonomik ve sosyal yapısı Avrupa ülkelerinden farklı olmakla birlikte ülkemizde de benzer bir süreç yaşandı...
1980’li, 90’lı yıllara kadar haklı olarak etnik ve mezhepsel sorunların ancak “devrim” ile çözüleceğini savunan akımların çoğu, askeri darbeden sonra sosyal mücadelelerin bastırılmasının da etkisiyle ABD ve AB destekli ayrılıkçı akımların peşine takıldı. Bunun sonucunda sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinde devrimci bir rol oynamış olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi anti-emperyalist özünden koparılarak ABD emperyalizminin ulusal devletleri parçalayıcı “böl/yönet” politikalarına alet edildi...
“Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez!” sloganı ile etnik ayrılıkçılığa çanak tutuldu, sosyal mücadeleler etnik ve mezhepsel mücadelelere tabi kılındı..
Eskiden tüm sol akımlar ülkenin bağımsızlığına verdikleri önemden dolayı kurdukları partilerin ve örgütlerin adının başına “Türkiye”yi eklerken, Türkiye’yi savunmak “sağcılara” bırakıldı...
Ulusal ya da Milli Demokratik Devrim stratejisi “sessiz sedasız” terk edildi...
Etnik ve mezhepsel mücadeleler sırasında feodal kalıntıları temsil eden ağaları ya da hocaları “gücendirmemek” gerektiğinden yarı-feodal düzenin kalıntılarına karşı mücadeleler rafa kaldırıldı. Kitle örgütleri etnik ve mezhepsel ayrılıklar temelinde paylaşıldı...
Böyle olunca da bir süre sonra ortada emekçi Türk halkının haklarını savunacak devrimci ya da solcu akım kalmadı!
***
Hiç kuşkusuz Avrupa’da yaşananlarla Türkiye’de yaşananlar arasında sıkı bir bağlantı vardı...
Çünkü özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ülkeyi terk ederek Avrupa ülkelerine sığınan “siyasal mülteciler” hem oradaki ortama uyum sağlayabilmek hem de o ülkelerin yöneticilerinin kendilerine tanıdığı “özgürlüklerden” yararlanabilmek için Avrupa solunu etkisi altına alan neo-liberal akımlara uyum sağlama çabası içine girmişlerdi...
1990’lı yıllarda cezaevlerinden çıkan ve cezaevlerinde 12 Eylül cuntası tarafından uygulanan “işkence yoluyla Atatürkçülüğü empoze etme” sevdasından çekmediği kalmayan eski siyasilerin önemli bir bölümü de “Kemalist” ve “ulusalcı” söylemlerden koptu. Bu kavramlar giderek “küfür yerine” kullanılmaya başlandı! Bu da “sol”un halktan kopuşunu hızlandırdı.
***
Yaşanan bu süreç, tarihleri boyunca “solcu” düşmanlığı yapmış ve solcu akımlara karşı emperyalist ülkelerin yönlendirmesiyle mücadele etmiş olan tüm akımlara büyük olanaklar sağladı. Bu akımlar özellikle “sol”un kaldırıp attığı ulusal değerlere sahip çıkarak, yeri geldiğinde “anti-emperyalist söylem ve sloganları” kullanarak adeta kitleleri “avladı!”...
Bu durum geçmişte de yaşanmıştı...
Özellikle 1930’lu yıllarda Avrupa’da Komintern’in de baskısıyla “komünist partiler” ulusal davaları bir tarafa bırakarak tüm enerjilerini solun iç kavgalarına ve Sovyetler Birliği’nin (aslında Rusya’nın) tutarsız politikalarını savunmaya harcadıklarında kendilerini “nasyonal sosyalist” olarak tanımlayan partilere gün doğmuş bu partiler eskiden sosyalistlerin kullandıkları sloganları kullanarak işçi ve emekçi kitleleri peşlerine takmayı başarmışlardı...
Örneğin Alman Nazi hareketinin lideri Hitler’in “Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi” (National Sozialistische Deutsche Arbeiter Partei /NSDAP) adıyla kurduğu parti böyle bir ortamda gelişip güçlenmişti...
Kendisi de eski bir “sosyalist” olan (İtalyan Sosyalist Partisi'nin sendikalist kanadından geliyordu) Mussolini de partisine “Ulusal Faşist Parti” (Partito Nazionale Fascista) adını koyarak iktidara gelmişti. Mussolini bu adı “kirletmeden” önce "Fasces" deyimi eski İtalyanca’da hukukun üstünlüğünü ve birleşen halkın gücünü sembolize eden olumlu bir kavram olarak kullanılmaktaydı.
(Devam edecek)