Önceki yazımızda faiz/enflasyon ilişkisi üzerinde durmuş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “nas kuramı” gereği faizi düşürmesinin enflasyonu dizginleyemediğini, Mehmet Şimşek tarafından uygulanan yüksek faiz politikasının da bugüne kadar etkili olamadığını söylemiştik...
Daha sonra IMF politikalarına açık bir dönüşün AKP açısından “siyaseten” sıkıntı yarattığını, bu sıkıntıyı hafifletmek için şu sıralar “IMF’siz IMF politikaları” diyebileceğimiz bir sistemin uygulandığını...
Bu yöntemle bir yandan yüksek faiz peşindeki sıcak para ülkeye davet edilirken, diğer yandan borçlanmada kuralları olan olan IMF yerine tek kuralı daha yüksek faiz ve kâr olan finans çevrelerinin devreye sokulmaya çalışıldığını, IMF’nin de sorumluluk almadığı için bu yönteme itiraz etmediğini sözlerimize eklemiştik.
***
Nitekim, geçtiğimiz günlerde IMF-Dünya Bankası Bahar Toplantıları kapsamında düzenlenen toplantıda konuşan IMF Avrupa Departmanı Direktörü Alfred Kammer, Türkiye ekonomisinde Şimşek tarafından uygulamaya konulan program ile ilgili bir soruyu cevaplarken, “Öncelikle yürürlükteki reform programını destekliyoruz. Biz de Türkiye'ye oradaki ekonomi ekibinin izlediği programı tavsiye ederdik” demiş, daha sonra “Türkiye'yi desteklemeye yönelik herhangi bir IMF programına ilişkin görüşme yok" sözlerini eklemeyi de ihmal etmemiştir...
Programdan beklenen aşamalı olarak enflasyonun ve cari açığın indirilmesidir; ancak aradan aylar geçmesine karşın enflasyon düşürülemediği gibiNisan ayında dış ticaret açığı son dokuz ayın en yüksek seviyesine yükselmiştir...
Şimşek’in iddia ettiği gibi önümüzdeki aylarda enflasyon bir miktar düşse ve cari açık azalsa da halen ekonomide enflasyonun yakın zamanda makul bir seviyeye ineceğine ilişkin hiçbir emare yoktur.
***
Kaldı ki bu hedeflere ulaşılsa bile bunun için uygulanan “kemer sıkma” politikalarını “sürdürülebilir” hale getirmek çok zordur...
Toplum, bir “emme-basma tulumba” değildir. İnsanların geçimlerini sağlayacak geliri bile elde edemedikleri koşullarda devamlı olarak kemerlerin sıkılması, çok partili bir rejimde eninde sonunda büyük tepki yaratır ve bu tepki siyasal alana yansır...
AKP’nin son genel seçim ile yerel seçim arasında ciddi bir oy kaybına uğraması bu olgu ile yakından ilgilidir.
***
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (TÜRK-İŞ) açıkladığı rakamlara göre, açlık sınırı 18.969,22 TL'ye, yoksulluk sınırı ise 61.788,99 TL’ye yükselmiş bulunuyor...
İktisatçı Doç. Dr. Ümit Akçay, bu konuya ilişkin değerlendirmesinde yaşanan sürecin kazananlarını ve kaybedenlerini anlayabilmek için, ekonomi yönetiminin enflasyonla mücadele için takip ettiği programın iki temel özelliğine bakmak gerektiğini, bunlardan ilkinin reel ücretlerin bastırılması, ikincisinin de TL’nin reel olarak değerlenmesi olduğunu belirtiyor.
Ve şunları söylüyor:
“İlki halkın genelini ilgilendiriyor, kaybeden dar gelirliler, özellikle de asgari ücretliler ve emeklilerdir diyebiliriz. Enflasyonu düşürmenin maliyet bu kesimlere yüklenmiştir. İkinci olarak, TL’nin değerlenmesi stratejisi ile ortaya çıkan bir çeşit ‘örtülü kur garantisi’ ile TL varlıklarına yatırım yapan yabancı ve yerli büyük sermaye kesimlerini görüyoruz, bunlar da Şimşek programının kazananları arasındadır.”
***
Akçay, uygulanan programın amaçladığı sıcak para girişleri sağlansa da bunun ekonomik gelişmeyi büyük sermaye girişlerine bağımlı hale getireceğine dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:
“Bunun literatürde bilinen üç temel sonucu var: Yerli sanayi ve tarımsal üretimin erozyona uğraması, yani erken sanayisizleşme, yüksek işsizlik ve yüksek cari açık. Yüksek faiz politikası herhangi bir nedenle sürdürülemediğinde, büyük bir iştahla gelen sermaye aynı hızla dışarı çıkıyor ve TL’nin çöküşünü getiriyor. Risk bu.”...
Akçay’ın değerlendirmesinde dikkat çeken bir husus, uygulanan politikaların yalnızca “kazananlar” ile “kaybedenler” arasındaki farkın açılmasını sağlamakla kalmaması, bazı “sermaye kesimleri”ni de olumsuz etkilemesi.
Akçay bu konuda şunları söylüyor:
“Elbette bu politikadan tüm sermaye kesimleri aynı derece faydalanmıyor. Hatta doğrudan zarar görenler de var. Türkiye’de sermayenin güncel olarak farklılaşan çıkarlarına sektörel açıdan bakıldığında, döviz biçiminde sermayeye erişimi olan ‘yerleşmiş büyük sermaye grupları’ ile diğer sermaye grupları arasında büyük farkların olduğunu görebiliriz.
“İlk kategoridekiler, yabancı sermaye ile birlikte bu ‘sıcak para partisinden’ yararlanabilirken; ikinci kategori, yani sadece TL ile borçlanabilen sermaye kesimleri için artan faizler maliyetlerin artması anlamına geliyor. Benzer şekilde, ihracatçılar, özellikle de emek yoğun sektörlerde faaliyet gösteren küçük ölçekli ve verimlilik yerine TL’nin değersizleşmesiyle rekabetçilik sağlayabilen kesimler için alarm zilleri çalmaya başlayacak. İhracata konu olmayan bir sektör olmasına rağmen iç talebin daralması ve yüksek faizler nedeniyle inşaatçıları da bu süreçten olumsuz etkilenenler arasında sayabiliriz. Bu kesimleri bir araya getirdiğimizde, istihdamın önemli bir kısmını tutan sektörler olduğunu görürüz.”
Kısacası, uygulanan program yalnız çalışan kesimin gelir düzeyini düşürmek ve işsizliği artırmakla kalmıyor, üretime ve üretici kesime de zarar veriyor.