Son yazımızda Türkiye’nin, önümüzdeki günlerde geleceğini belirleyecek bir seçim yapmak zorunda kalabileceğini söylemiş...

“Alınacak karar sonucunda Türkiye ya ‘Kopenhag kriterleri’ hayali peşinde koşarak bugüne kadar olduğu gibi emperyalist Batı kervanının peşinde sürüklenecek ya da ‘Kazan kriterleri’ uyarınca  dünyada oluşan yeni güç dengeleri içinde yer alacak!” demiştik...

***

Önce “Kopenhag Kriterleri hayali” üzerinde duralım...

Bu kriterlerden birincisi, “demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarını güvence altına alan kurumların varlığı”dır...

Türkiye gibi bu konularda sorunlu ülkelerde bu kritere kimsenin itirazı olamaz. Ancak kağıt üzerinde yazılı olanlarla gerçek hayatta yaşananlar farklıdır. Türkiye’nin AB üyesi olarak bu kriter sayesinde demokratik bir yapıya kavuşacağını düşünmek ise iki nedenden ötürü “safdillik”tir.

***

Birinci neden, Türkiye’nin 1959 yılında başvurmasına karşın 60 yılı aşkın bir süredir bu topluluğa alınmamış olmasıdır. Alınmama sebebi Türkiye’nin “sömürgeleştirilecek bir Asya ülkesi” olarak görülmesidir. Bunun tarihten gelen siyasi nedenleri vardır...

İkinci neden, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkeleri tarafından “dost bir ülke” değil, “parçalanması gereken düşman bir ülke” olarak görülmesidir. PKK ve FETÖ’nün korunması ve kullanılması bunun en açık kanıtıdır. “İnsan hakları” ve “azınlık hakları” ise bu koruma ve kullanılmanın bir örtüsü olarak kullanılmaktadır...

AB’nin “patronlarının” samimiyetsizliklerinin en açık örneği sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde her türlü zulüm ve zorbalığı uygular ya da İsrail örneğinde de görüldüğü gibi soykırım uygulayan bir ülkeyi açıkça desteklerken bu durumu kınayanları sınır dışı ederek “insan hakları yargıcı” rolü oynamalarıdır.

***

Kopenhag Kriterleri’nin ikincisi, “işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını ve Birlik içinde piyasa güçleri ve rekabetçi baskı ile baş edebilecek kapasiteyi garanti eden kurumların istikrarını sağlamış” olmasıdır...

Burada ülkemiz açısından bakıldığında başka bir “samimiyetsizlik” söz konusudur...

Türkiye, AB’ye üye olarak kabul edilmediği halde AB üyelerinin oluşturduğu Gümrük Birliği’ne alınmış olan tek ülkedir. Bu olay, gösterilmek istenildiği gibi verilmiş bir ödün” değil, “Türkiye’nin piyasa güçleri ve rekabetçi baskı ile baş edebilecek kapasiteyi” elde edememesi için kurulmuş bir tuzaktır. Türkiye halen Gümrük Birliği ile ekonomik olarak eşitsiz koşullarda AB’ye bağlanmış olduğu için üyelere tanınan avantajlardan yararlanamamakta, dolayısıyla ikinci kriteri gerçekleştirme olanağı bulamamaktadır.

***

Buna karşılık dezavantajlar söz konusu olduğunda bu anlaşma hemen devreye sokulmaktadır...

AB'nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye dahil edilmemekte, kendisinin bu tür anlaşmalar yapması ise engellenmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin AB ile olan ticaretinden kaynaklanan dış ticaret açığı her yıl biraz daha büyümektedir...

Bu gerçekler karşısında, Başbakanlığı döneminde Binali Yıldırım Türkiye’nin AB’ye üye yapılmadan Gümrük Birliği’ne dahil edilmesini bir tuzak olarak nitelemiş, "Gümrük Birliği'ni yeniden gözden geçireceğiz. Çünkü Gümrük Birliği'nde maalesef bize madik attılar, mal ve hizmetler serbest olacaktı üstüne yattılar" demiştir.

***

BRICS’e gelince...

Kazan toplantısı halen yapılmadığı için henüz bu birliğe katılmak için aranacak “Kazan Kriterleri” belirlenmiş değildir. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Kazan’da yapılacak toplantıda “AB'nin Ukrayna'da öne sürdüğü değerlerin değil, üyelerin ortak değerlerinin paylaşılması gerektiğini” söylemesi, Kazan’da yapılacak toplantıda BRICS’e üyelik konusunda ABD ve AB’yi hedef alan bir takım kriterlerin getirileceğini göstermektedir...

Böyle bir metin olmasa bile bu birliğin kuruluş amacının  ABD’nin AB ile birlikte kurduğu küresel hegemonya sisteminin ekonomik alanda parçalanması, doların “dünya parası” olmaktan çıkarılması, ekonomik ve siyasi eşitsizlikleri kalıcı hale getiren “tek kutuplu” dünyanın “çok kutuplu” hale getirilerek gelişmekte olan ülkeler lehine değiştirilmesi olduğu bilinmektedir.

***

Tek başına bu amaç bile Türkiye’nin bu grup ile birlikte hareket etmesi için geçerli bir nedendir; çünkü tüm diğer “gelişmekte olan ülkeler” gibi Türkiye de halen ABD ve AB’nin oluşturduğu ekonomik ve mali sistemin “kurbanı” durumundadır...

Bu sistem tarafından empoze edilen neo-liberal “reform” programlarıyla ülkemizdeki ulusal sanayi ve tarım adım adım batma noktasına getirilmiş, kamu iktisadi kuruluşlarının tümü kapatılmış ya da satılmış, Türk lirası “altı sıfır attığı halde” sürekli değer kaybına uğramaktan kurtulamamıştır...

Türkiye BRICS’e katıldığı takdirde uğradığı zararları bir ölçüde de olsa telafi edebilecek, önümüzdeki dönemde ABD ve AB tarafından uygulanacak yeni baskılar karşısında daha fazla direnme şansına sahip olabilecektir.