Önceki yazımızda Türkiye’nin BRICS’e yönelimi karşısında AKP’nin içinden yükselen bazı itirazlara dikkat çekmiş...

Ardından CHP Genel Başkanı Özel’in Şimşek tarafından yapılan açıklamaya destek vererek Erdoğan’ın BRICS ve ŞİÖ ile ilgili yaklaşımını “Erdoğan Şanghay diyor, Ben Avrupa Birliği diyorum” sözleriyle eleştirdiğini belirtmiştik...

Yazımıza, “Bu gelişmeler, “Türkiye’de mevcut saflaşmaların ötesine uzanan bir Batı-Doğu ayrışması mı yaşanıyor?” sorusunu gündeme getirmiş bulunmaktadır.” diyerek son vermiştik.

***

Hiç kuşkusuz bu ayrışma keskin hatlarla ayrılmış iki cephe arasında yapılacak bir tercih değildir...

Kaldı ki, Türkiye, NATO ve AB gibi biri askeri diğeri ekonomik iki uluslararası kurumla Batı’ya göbekten bağlanmıştır ve bu cepheden kopması günümüz koşullarında mümkün görünmemektedir...

Zaten uluslararası alandaki kamplaşmalar da geçmişte “kapitalist kamp-sosyalist kamp” ayrışmasında olduğu gibi birbirine kapalı alanlar arasındaki ideolojik zıtlaşmalara benzememektedir. Günümüzdeki çelişmeler, “ideolojik kamplaşma”dan değil tekelci kapitalist sistemin ayrılmaz bir özelliği olan “eşitsiz gelişme” yasasından kaynaklanmaktadır.

***

“Sosyalist sistem” olarak adlandırılan sistemin kendi içindeki çelişkilerden dolayı çökmesinin ardından kurulan “tek kutuplu dünya”,  ABD’nin “küresel efendi” rolünü oynamasına izin vermişti. O dönemde ABD’nin güdümüne giren eski sosyalist ülkelerin sisteme adapte olduktan sonra aralarında yeni bir ittifak kurmaları ABD’nin konumunu sarsmıştır...

Günümüzde küresel çelişme, tek kutuplu dünyada elde ettiği avantajları korumak isteyen ABD/AB ile “çok kutuplu” bir dünya sistemi kurulması için çaba gösteren Rusya ve Çin’in odak noktasında yer aldığı ülkeler arasındadır...

Bu iki ülkenin dışında kalan BRICS üyesi ülkeler ise genellikle ABD’nin küresel hegemonyasından zarar gören, ekonomik ilişkilerini Rusya, Çin ve diğer üye ülkelerle çeşitlendirerek tek yanlı bağımlılığın getirdiği kısıtlamalardan kurtulmak isteyen ülkelerdir.

***

Türkiye’nin karşısına çıkan seçenek de budur...

Türkiye, “Batı”ya tek yanlı olarak bağlı kalmaya devam etmek ile BRICS ile yakınlaşmak, ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmek ve karşısına çıkan avantajları değerlendirmek arasında bir tercih yapmak durumundadır...

Durumu bir örnekle somutlaştırırsak; Türkiye, ya ABD/AB’nin dayatmalarına boyun eğerek Rusya ve Çin’e uygulanan yaptırımlara katılarak bu ülkeler ile ticaretten elde ettiği önemli avantajlardan vazgeçecek; ya da bu dayatmaları reddederek başta Rusya olmak üzere BRICS üyesi ülkelerin kendisine sunduğu avantajlardan yararlanmaya devam edecektir.

***

Türkiye’yi kayıtsız-şartsız kendilerine bağımlı tutmak isteyen “Batı” elbette soruna farklı bir açıdan yaklaşacaktır...

ABD ve AB’nin Türkiye’nin BRICS ile yakınlaşması karşısında rahatsızlık duyacağı ve bu yakınlaşmayı engellemek için elinden geleni yapacağı açıktır...

Buna karşılık başta Rusya ve Çin olmak üzere tüm BRICS üyeleri, Türkiye gibi önemli bir ülkenin kendi aralarına katılmasından memnun olacaklardır; çünkü bu yakınlaşma karşılıklı avantajlardan yararlanma yolunu açık tutacak, Rusya ve Çin’e karşı ABD ve müttefiklerinin uyguladığı ambargoların etkisiz kılınmasına katkıda bulunacaktır.

***

ABD’nin Türkiye’nin BRICS’e katılma tercihi konusunda açıkça karşı çıkma gibi bir “lüksü” yoktur...

Böyle bir tutum açıkça “hegemonyacılık” olarak değerlendirilecek ve tepki çekecektir...

 Nitekim bu konuda görüşü sorulan Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü, “ABD tüm ülkelerin ilişki kuracağı ülke ve grupları kendilerinin seçebileceğine inanmaktadır. Sizi planları konusunda Türkiye hükümetine yönlendiriyoruz” demekle yetinmiş, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de “Türkiye’nin çeşitli konularda birlikte çalıştığımız önemli bir müttefik olmaya devam ettiğini söylemekten başka bir yorum yapmayacağını” belirtmiştir. Ancak bu sözler ABD ve AB’nin gelişmeleri sessiz ve tarafsız bir biçimde izleyeceği anlamına gelmemektedir.

***

BRICS’in durumu, bazı bakımlardan “iki kutuplu dünya” döneminde karşıt kutuplar arasındaki çelişkilerden yararlanarak hareket alanını genişletmek isteyen ülkelerin oluşturduğu “bloksuzluk hareketine” benzemektedir...

O dönemde kendilerini “bağlantısız ülkeler” olarak adlandıran yüzün üzerinde ülke bir araya gelmiş ve iki blok arasındaki çelişkilerden yararlanarak siyasal ve ekonomik hareket alanlarını genişletmek istemişlerdi...

Bu ülkelerin büyük bir bölümü eski sömürgelerden oluşmaktaydı ve kendilerini yeni sömürge olarak tutmak isteyen “eski efendileri” karşısında yer alan “sosyalist ülkeler”e yakınlık duymaktaydı. Bu ülkeler tarafından yayınlanan 1979 I. Havana Bildirisinde topluluğun amacı, "üye ülkelerin milli bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini, sömürgecilikten, yayılmacılıktan, ırkçılıktan ve her türlü dış baskı, istila, işgal ve dış müdahaleden korumak” olarak belirlenmişti...

Ne var ki, “tek kutuplu” dünyada ABD’nin “küresel efendi” haline gelmesinden sonra bu çabalar anlamını yitirmişti.

(Devam edecek)