Ülkemizde “sol”un BRICS’e katılım konusundaki tavrını irdelediğimiz önceki yazımızda kapitalist sistem içinde “devlet kapitalizmi” adı verilen bir alan oluştuğunu, bu alanın alttakileri daha alta iten, üsttekileri ise durmadan yükselten klasik piyasa sisteminin yarattığı aşırı dengesizlikleri ortadan kaldırma amacıyla kullanılabileceğini söylemiştik...
Yazımızda “devlet kapitalizminin bu amaçla kullanılabileceğini ilk keşfedenlerden biri Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’dir” demiş ve onun “Sovyet Cumhuriyetimizin bugünkü durumuyla karşılaştırıldığında devlet kapitalizmi ileriye doğru atılmış büyük bir adım olurdu” sözlerini yazımıza eklemiştik...
Lenin, Ekim Devriminden sonra, 1918 yılında yazdığı makalesinin devamında bu konuyu irdelemiş, piyasa ekonomisinin ve onun ürettiği irili ufaklı kapitalistlerin -özellikle de köylülük içinden çıkan çok sayıda büyük çiftçi, tefeci ve tüccarın- sosyalist yönetimin ekonomiye tam olarak egemen olamamasından yararlanarak hem devlet kapitalizmine hem de sosyalist devlet kurumlarına saldırmasının tehlikelerine dikkat çekmişti...
Lenin’e göre devlet kapitalizmi (kapitalist sisteme göre kurulmuş devlet işletmeleri) Rusya’nın o günkü koşullarında mevcut ekonomik sistemden üstündü. Komünist partisi tarafından yönetilen sosyalist devlet bu sistemi denetleyebilir; böylece büyük çaplı ekonomik işletmeleri yönetmeyi öğrenebilirdi...
Bu da sonunda sosyalist sistemin kurulmasını getirirdi.
***
Bu tezler halen Çin yönetimi tarafından yorumlanarak değerlendirilmekte ve günümüz koşullarına uygulanmaya çalışılmaktadır...
Rusya’da da Gorbaçov-Yeltsin döneminde uygulanan neo-liberal politikaların ülkeyi yıkıma sürüklemesinin ardından Putin devletin ekonomideki rolünü güçlendirmiş, oligarklar başta olmak üzere büyük bireysel servet sahiplerini devlet kontrolü altına almıştır...
BRICS içinde yer alan diğer ülkeler de ABD denetimindeki neo-liberal küresel sisteme kuşku ile yaklaşmakta ve ekonomiye devlet müdahalesine olumlu bakmaktadır.
***
Neo-liberal sistemin egemen olduğu Batı bloku, bu yaklaşımları kabaca söz konusu ülkelerin “anti-demokratik”, “otoriter” yönelimlerine bağlamakta ve “demokrasi düşmanlığı” olarak damgalamaktadır...
Bu anlayış ülkemizde “sağ kesim” tarafından da savunulmuş, özellikle Turgut Özal’ın son “Milliyetçi Cephe” hükümetinde ekonominin başına getirilmesinden sonra alınan “24 Ocak Kararları” ile 1980 yılından itibaren katı bir biçimde uygulamaya konulmuştur...
Özal, bu politikayı askeri rejimin yerini “sivil yönetime” bırakmasının ardından kurduğu ANAP hükümetlerinde de sürdürmüş, daha sonra “neo-liberalizm bayrağını” ABD’den gelerek önce ekonominin sonra hükümetin başına geçen Tansu Çiller’e devretmiştir. Bu politikalar AKP döneminde de ana hatlarıyla uygulanmış, bunun sonucunda Türkiye, tüm kamu işletmelerini satarak ya da kapatarak Batı’nın kurduğu kapanın içine girmiştir.
***
Oysa, daha 1978 yılında Bülent Ecevit tarafından kurulan CHP Hükümeti döneminde bu tehlike görülmüş ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği tarafından oluşturulan bir komisyon tarafından hazırlanan raporda Türkiye’nin Batı tarafından içine sürüklendiği tuzağa dikkat çekilerek o dönemde gücünü koruyan “bağlantısız ülkeler” ile ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği şu ifadelerle vurgulanmıştı:
“Ülkemiz, Batılı gelişmiş ülkelere ayrıcalık esasına dayanan eski ilişkilerini artık ihya edemez. (...) Türkiye’nin tüm yaşamsal dış ekonomik alanlardaki çıkarlarının ‘bağlantısızlar’ grubunca savunulan görüşler doğrultusunda olduğu meydandadır. Türkiye Batı grubu içinde kalmakla birlikte 1970’lerin başından beri bağlantısızlarla ilişkilerini zaman zaman geliştirme eğilimine girmiştir. Ancak gerçek çıkarlarımızdan ziyade siyasal güç sahibi olan Batılı ülkeleri gücendirmemek endişesi baskın gelmiştir.” (Bkz. “Batı’nın Deli Gömleği”, Attila İlhan, İş B. Yay. s.107)
“Demokratik yönetime sahip Batılı dostlarımız” (!) tam da bu görüşleri bastırmak ve hayata geçirilmesini engellemek amacıyla o günlerde “our boys” (“bizim çocuklar”) diye adlandırdıkları cuntacıları harekete geçirmiş ve 12 Eylül askeri darbesinin düğmesine basmıştı. Kenan Evren, yıllar sonra “Biz idareyi ele almasaydık 24 Ocak kararları uygulanamazdı” sözleriyle bu gerçeği itiraf edecek, Tansu Çiller de Başbakanlığı döneminde çıkardığı özelleştirme yasasının Meclis’ten geçmesinin ardından “Son sosyalist devleti yıktık” diye sevinç naraları atacaktı! Çünkü sosyalist girişimler her zaman devlet kapitalizmi ile iç içe geçmişti.
(Devam edecek)