Türkiye’de siyasetin genel görünümü ilk bakışta çok karışık bir hal aldı...

“İlk bakışta” diyoruz; çünkü olup bitenler bir bağlam içinde ele alındığında bir çok şey yerine oturuyor ve “manzara-i umumiye” anlaşılabilir bir görünüm kazanıyor...

Medyada ve siyasette ise bu olaylar ya dar bir çerçevede ele alınarak, “Geçmişte şöyle demiş, şunları yapmıştın; şimdi ise tam tersini yapıyorsun!” suçlamaları ya da “Bu yapılanlar demokrasi ve hukuka aykırıdır” gibi söylemler tekrarlanıp duruyor...

 Biz burada kayyum atamalarında daha ilk bakışta göze çarpan “hukuk sorununu” hukukçulara bırakıp bakış açısını biraz daha geniş tutacak ve kendi görüşümüzce siyaset sahnesinde olan biteni kısaca anlatmaya çalışacağız.

***

Son gelişmeleri tetikleyen olaydan başlayalım;

Bu olay, muhalefetin ısrarla iddia ettiği gibi bir “açılım başlangıcı” değil MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yaptığı PKK’yi lağvetme çağrısıydı. Çağrının TBMM’den yapılması ya da Öcalan’a “umut hakkı” tanınması işin teferruatıydı...

Yani daha işin başında ortada “yeni bir çözüm süreci” önerisi ya da girişimi yoktu; Öcalan’a tahliye hakkı sunulması önerisi vardı. Bu önerinin koşulu da Öcalan’ın kurduğu örgütü lağvetmesi”, böylece Kürt kökenli yurttaşların oylarının iktidar blokuna yönlendirilmesine katkıda bulunmasıydı.

***

Bu öneri, hiç kuşkusuz en başından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi dahilinde yapılmıştı...

Bu çağrının yapılmasının “yeni bir çözüm süreci”nin başlangıcı olarak görüleceği, bunun üzerine Bahçeli’nin DEM Partililerin elini sıkması ile “havaya giren” DEM Parti’nin masaya oturmak için kolları sıvayacağı, CHP’nin geride kalmamak için “el yükselterek” “Gelin açılımı Meclis’te yapalım” diye ortaya düşeceği, bu arada Özer’in hızını alamayıp “Kürtlere devlet” vaadinde bulunmaya kadar gideceği tahmin edilmiş miydi, bilemiyoruz...

Ancak öyle oldu!

***

Eğer bu gelişmeler tahmin edilmiş ise bu hamlenin muhalefeti bölmeye, CHP’yi DEM Parti ile özdeşleştirmeye ve Öcalan’ı kullanarak Kürt kökenli yurttaşların oylarını devşirmeye yönelik ustaca bir manevra olduğu söylenebilir...

Gerçekten de CHP ve DEM Parti, Bahçeli’nin çağrısı üzerine  Meclis’e taşıyarak etrafına oturmayı hayal ettikleri “masa”nın bir anda ortadan kaybolduğunu görmüş ama o arada “kayyum darbeleriyle” sarsılmış durumdadır...

Tahribat, CHP saflarında DEM Parti’den daha büyüktür; şu anda Özer’in otoritesi büyük bir darbe yemiş, Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş arasındaki çelişki “DEM karşıtlığı” ve “DEM yandaşlığı” halini alarak derinleşmiştir...

Kısacası, CHP’yi yöneten “triumvira” dağılma noktasına gelmediyse bile o noktaya doğru gitmektedir.

***

Özer’in kayyum darbelerine karşı cepheyi sağlamlaştırmak için Mardin’de DEM Parti yöneticileri ve azledilen Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk ile birlikte yaptığı miting CHP içindeki çelişkileri gidermek yerine daha da derinleştirecektir...

Özer burada yaptığı konuşmada Ahmet Türk’ü “barış güvercini” olarak tanımlarken, DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan “Çok iyi bilsinler ki Şeyh Saitler, Seyit Rızalar, Denizler ne yaptıysa Kürt halkı, Türkiye halkları da onların yaptıklarını yapacaktır” sözleriyle hem Şeyh Sait ile “Denizleri” aynı kaba koyma demagojisini yapmış; hem de ABD destekli ayrılıkçı bir hareketi aklamaya çalışırken “barış güvercinliği” ile bir benzerlikleri olmadığını herkese ilan etmiştir...

Hiç kuşkusuz, CHP’ye gönül veren kitleler arasında bu sözler kolay kolay hazmedilemeyecek, Özer’in liderliği konusunda CHP saflarında giderek artan kuşkular daha da büyüyecektir.

***

Bu arada “gaf” yaparak partisini yıpratan CHP yöneticileri arasına CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır da katılmış bulunmaktadır...

Kayyum atamaları ile ilgili olarak TBMM'de bir basın toplantısı düzenleyen Başarır, “Baharda erken seçim yapın, kim kazanıyorsa anayasayı o yapsın" sözleriyle Anayasa ile yasalar arasındaki farkı bilmediğini kanıtlamış, geçmişte anayasayı kendine göre biçimlendiren, önümüzdeki seçimi kazandıktan sonra bir kez daha biçimlendirmeye niyetlenen AKP’yi aklamıştır...

Başarır, Anayasaların, devletin temel örgüt yapısını kuran, temel hak ve özgürlükleri tespit edip, sınırlarını çizen toplumsal sözleşmeler olduğunun, dolayısıyla her seçim kazananın keyfine göre “anayasa yapma” hakkına sahip olmadığının farkında bile değildir. Anayasa’nın ilk dört maddesi kimse tarafından değiştirilemez;  Anayasa’nın bazı maddelerini değiştirmek için bile yalnızca seçim kazanmak yetmez, bir değişiklik teklifinin kabulü için en az beşte üç çoğunluk yani 360 milletvekilinin onay vermesi gerekir. “Anayasa yapma”ya gelince; o her seçim kazanan partinin değil ancak devletin temel örgütsel yapısını değiştirecek “kurucu meclis”lerin işidir.

(Devam edecek)