Önceki yazımızda neo-liberalizmin 1970’li yıllardan başlayarak en büyük küresel güç olan ABD tarafından dünyaya empoze edildiğini, ABD güdümü altındaki yoksul, az gelişmiş ya da “gelişmekte olan” ülkelerin bu akımın ilk kurbanları olduklarını...
Ancak sonunda ABD’nin kendisinin de yarattığı canavarın kurbanı olmaktan kurtulamadığını...
Ve Toplumsal eşitsizlik, üretimsizlik, banknot matbaasında karşılıksız olarak basılan dolarlarla kalpazan gibi yaşamanın getirdiği çürümenin yarattığı ortamda gelişen tepkinin “I. Trump dönemi”ni doğurduğunu söylemiştik.
***
II. Trump dönemi, ABD’nin kurulu düzeninin (established order) dijital medyası, ordusu ve istihbarat kuruluşlarıyla bu döneme gösterdiği tepkinin bir kere daha reddedildiğini göstermektedir...
Burada bir çeşit “inkârın inkârı” durumu söz konusudur...
Birinci raundda tüm dünyada kurumları reddeden ABD’nin kendi kurumları da erozyona uğramış, bu durumun bir sonucu olarak Trump iktidara gelmiş, ancak gücünü koruyan “bozuk düzen” Trump’ı “demokratik biçimde” (Trump’ın seçimlere hile karıştırılması iddialarını da unutmayalım) koltuğundan indirmiştir...
II. Raundda ise mücadeleyi bırakmayan Trump ABD’nin ünlü “derin devletini” üç suikast teşebbüsünü atlatarak yenilgiye uğratmış ve ilkinden daha güçlü bir biçimde tekrar iktidara gelmeyi başarmıştır.
***
Bu durumu geçtiğimiz haftalarda Nobel Ekonomi Ödülünü kazanan Daron Acemoğlu şu sözlerle anlatmaktadır:
“(Trump’ın iktidara gelmesinin yol açtığı) ikinci büyük maliyet Amerikan kurumlarına olacaktır. Trump Amerikan kurumları için büyük bir tehlikedir. (...) Demokratik normları daha da zayıflatacaktır. Politikada belirsizliği ve keyfiliği arttıracaktır. Kutuplaşmayı derinleştirecektir ve kurumlara olan güveni zedeleyecektir. Bu güven bunalımından payını alacakların başında Adalet Bakanlığı gelmektedir. Bu çabuk bir ekonomik çöküş demek değildir. Ancak orta vadede, mesela 10 yıl gibi bir süre içinde, zayıflayan kurumlar, artan belirsizlikler ve adalete olan güvenin zedelenmesi yatırım ve verimlilik üzerindeki etkilerini göstermeye başlayacaktır. Bu tip kurumsal zayıflamalar ekonomi için çok maliyetli olur.”
***
Bu anlatılanlar, tam da ABD’nin 70’li yılların ortalarından itibaren tüm kapitalist dünyaya (daha sonra “sosyalist ve ulusalcı devletlere de) empoze ettiği neo-liberal “yapısızlaştırma” formüllerini hatırlatmaktadır...
Demek ki neo-liberal görüşlere yakınlığı ile tanınan Acemoğlu gibi ekonomistler de tıpkı ABD kurulu düzeni gibi kendi yarattıkları canavarın kurbanı olmaktan korkmaya başlamışlardır!..
Bu eğilim son yıllarda Davos’ta düzenlenen forumlarda da ortaya çıkmış bulunmaktaydı.
***
Hatırlayalım...Bu politikaların ilk kurbanlarından biri de Türkiye idi...
1970’li yılların sonlarında Dünya Bankası’nda yetiştirdiği Turgut Özal’ı  Türkiye’ye “ihraç eden” ve 1980 yılında 24 Ocak Kararları adı verilen neo-liberal önlemler paketini Demirel iktidarına dikte ettiren Daron Acemoğlu’nun savunduğu ABD kurumları değil miydi?..
Türkiye’de kamu iktisadi kuruluşlarını yok eden, çalışanları ve emeklileri sefalete sürükleyen, hükümetin iş dünyasını düzenleyici tüm kurallarını ortadan kaldıran bu kararlar Özal’ı ekonominin tek şefi haline getiren 1980 askeri darbesi sayesinde mümkün olmamış mıydı?..
Demek ki “Bu dünya etme bulma dünyasıdır” sözü boşuna söylenmemiştir. ABD’nin kurumsal yapısının bizim gibi ülkelere empoze ettiği “yapısızlaştırma” (kurumsuzlaştırma)  politikaları, sonunda dönmüş dolaşmış Trump’ın şahsında ABD’yi vurmuş, başka bir deyişle “eden bulmuş”tur!
***
Dolayısıyla ABD’nin “yapısızlaştırılması”na ah-vah edecek halimiz yoktur...
Şimdi biz, bu olayın Türkiye üzerindeki muhtemel etkilerine bir göz atalım...
Trump’ın yukarıda değindiğimiz özellikleri nedeniyle ABD’nin izleyeceği muhtemel politikalar ve bu politikaların ülkemiz üzerindeki etkisi konusunda öngörüde bulunmak zordur. Çünkü Trump’ın “kurumsal olmayan” politik yaklaşımı, öngörülmeyen hamlelere, dün savunduğu şeyleri ertesi gün inkâr etmeye açık bir yaklaşımdır...
O nedenle öngörüler konusunda ihtiyatlı olmakta fayda vardır.
***
Bu ihtiyat kaydını koyduktan sonra Trump’ın iktidara gelmesinin yaratacağı en olumlu sonucun Ukrayna Savaşı’nı sona erdirmek olacağını söyleyebiliriz...
Trump, başından beri ABD’nin Ukrayna rejimine angaje olmasına karşı çıkmıştır...
Bu savaşın finanse edilmesi için ABD’nin Ukrayna’ya akıttığı fonları Amerika’nın yeniden toparlanmasını engelleyen bir “soygun” olayına benzetmiş ve “Zelenski ABD’yi soyuyor” demiştir...
Eylül ayında BM Genel Kurulu'na katılmak üzere ABD'yi ziyaret eden Zelenski, burada yaptığı açıklamada Trump'ın "savaşı nasıl durduracağını bildiğini düşünse bile aslında bilmediğini" söyleyince Trump, bu sözlere "Ukrayna Devlet Başkanı ülkemizde ve sizin en sevdiğiniz başkan olan bana karşı küçük, çirkin iftiralar atıyor." diye cevap vermiştir. Bununla da yetinmemiş, Kasım ayında çatışmanın suçunu Biden ve Yardımcısı Kamala Harris’e yükleyerek “Biden Ukrayna'nın Rusya'ya toprak vermesi için baskı yapmak yerine kendisini savunmasına yardım sözü vererek her şeyi kışkırttı” demiştir.
(Devam edecek)