Önceki yazımızda ABD Başkanlarının kişiliğinin ABD politikaları üzerinde etkisinin ne kadar göreli olduğunu anlatırken Irak'ın işgalinin ardından Bush'un tüm dünyada bir 'nefret objesi' haline dönüştüğünü, bu nedenle ABD'nin gerçek güç odaklarının siyahi, hukukçu ve Müslüman kökenli Obama'nın başkanlığa seçilmesini sağladıklarını belirtmiştik...

Burada olayı bir 'komplo teorisi' olarak görmediğimizi özellikle belirtelim...

Elbette Obama, seçimle işbaşına gelen bir başkandı ve Bush'un politikalarına duyulan kitlesel tepki Obama'nın başkanlığı kazanmasında büyük rol oynamıştı... Ama unutmayalım ki, ABD'de başkanlık yarışına katılabilmek için bir çok 'ön süreç'ten başarıyla geçmek gerekmekteydi ve o zamana kadar tanınmamış bir politikacı olan Obama o süreçlerden kolayca geçirilmişt!

***

Bu süreçlerin başında ABD'nin siyasal sistemine kumanda eden 'askeri-sınai kompleks'in olurunu almak, başkan çıkaran iki büyük partinin Cumhuriyetçilerin ve Demokratların içinde sürdürülen başkanlık yarışını kazanmak geliyordu...

Bu yarışta ipi kimin göğüsleyeceğini belirleyen en önemli unsurlardan biri de para ve medya desteğiydi...

Bilindiği gibi ABD'de başkanlık yarışına girenler kampanyalarını seçmenlerden topladıkları bağışlarla sürdürürler. Başka bir deyişle daha işin en başından 'parayı veren (medyanın da katkısıyla) düdüğü çalar'.

***

Obama'nın başkanlığa aday olabilmesinde ve seçimi kazanabilmesinde bu sistem etkili bir biçimde çalışmış ve 'Arap Baharı' operasyonunun ilk aşamasında kazanılan başarılar da bu tercihin ne kadar isabetli olduğunu ortaya çıkarmıştı...

Obama'nın göreve başlamasının hemen ardından 'ılımlı İslamcı' olarak nitelenen akımlarla kurduğu dostane ilişkiler sayesinde Tunus, Libya ve Mısır gibi geçmişte ABD ile ciddi sorunlar yaşamış ülkelerde 'eskimiş' yönetimler kolayca değiştirilmiş... Ancak, bir süre sonra başkanların değişen profillerinin ABD'nin temel politikaları üzerinde fazla bir etki yaratmadığı görülmüştü.

Kısacası, yüzler değişirken ABD'nin emperyalist politikaları değişmemişti!

***

Trump'ın başkanlık yarışında bu süreç daha karmaşık bir biçimde işledi...

Trump'ın yükselişi, Reagan ve 'baba' Bush döneminde hızlanan, Obama döneminin sonunda ise inişe geçen 'küresel egemenlik' döneminin sonuna işaret ediyordu...

Bu 'düşüş' en açık biçimde Suriye rejiminin değiştirilmesini hedefleyen operasyonun başarısızlıkla sonuçlanması, Rusya'nın bu süreçte eski Sovyetler Birliği'nin geride bıraktığı boşluğu dolduracak bir biçimde yeniden sahneye çıkması ve Çin'in ekonomik yükselişinin ABD'nin küresel ekonomik sistem üzerindeki hegemonyasını sarsması olgularında ortaya çıkmıştı.

***

Trump'ın kazandığı başarı, kötümserliğin ve umutsuzluğun arttığı bu ortamda, Amerikan toplumu içinde derinleşen çatışma ve kutuplaşmayı 'popülist' bir yaklaşımla uzlaştırabileceği umudunu yaratmasından kaynaklanmıştı...

Bu nedenle söz konusu politikaları belirgin bir biçimde özetlemek zordu; çünkü ortada belirgin ve iç tutarlılığı olan bir politika yoktu...

Bu 'politika'nın en başta gelen özelliği şunlardı: Bir yandan ırkçı beyaz azınlığın liderlerini etrafında toplarken, bir yandan yoksullaşma sürecinden en fazla zarar gören siyahilerin ve göçmenlerin desteğini kazanmaya yönelik popülist bir söylem kullanmak... 'Önce Amerika' sloganıyla ülke dışına kaçan sermayeyi geri getirme ve işsizliğe ve yoksulluğa çare bulma vaadlerinde bulunurken ABD'nin bozulan ekonomisinin suçlusu olarak Çin'in ekonomik güçlenişini göstermek... Ve askeri müdahalelerin başarısızlığının yarattığı tepkiyi Çin'e karşı yürütülen bir ticaret savaşıyla yatıştırmak.

***

Bu 'popülist' karışım, insanların sistematik düşünme yeteneğinin bir numaralı düşmanı 'post modern eğilimlerin' tüm kültür sistemine egemen olduğu ve ekonomik sıkıntılardan ötürü öfkeye kapılan kitlelerin aldatıcı sloganlarla kolayca baştan çıkarıldığı bir kriz ortamında kolayca 'müşteri' bulmuş, Trump da bu sayede başkanlık koltuğuna oturmuştu.

(Devam edecek)