Önceki yazımızda Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandığında, Ankara'da oluşan Ulusal Meclis'in saltanata tabi 'meşruti' bir meclis mi, yoksa cumhuriyete giden yolda atılmış bir adım mı olduğu konusunda bizatıhi meclisin içinde bile ortak bir görüş olmadığını belirtmiş...

Ve Mustafa Kemal Paşa'nın, savaş sırasında fiilen bir cumhuriyet meclisi gibi çalışmış olan meclisi, resmen de 'cumhuriyetin meclisi' haline getirebilmek için ilk adımda saltanatın ortadan kaldırılması için çalışmalara başladığını sözlerimize eklemiştik...

Birinci Dünya Savaşı'na katılan devletlerin yeni bir düzen kurmak için topladıkları Lozan Barış Konferansı'nda Türkiye'yi Ankara'daki Meclis yönetiminin mi, yoksa İstanbul'da Padişah tarafından kurulmuş Sadrazam Tevfik Paşa hükümetinin mi temsil edeceğine ilişkin tartışma, Mustafa Kemal Paşa'ya, bu anlaşmazlığı sona erdirmek ve cumhuriyete doğru bir adım atabilmek için önemli bir fırsat sundu... Paşa, kendi imzasının da bulunduğu 80 imzalı bir önergeyle saltanatın kaldırılması için Meclis'e başvurdu...

Önergede Türkiye devletini yalnızca Ankara'daki Meclis ve onun hükümetinin temsil edebileceği belirtiliyor, o nedenle hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılması ve hilafet muhafaza edilirken saltanatın ilga edilmesi öneriliyordu.

***

Başlangıçta Meclis'teki mebusların çoğu bu önergeye karşı çıktı; Mustafa Kemal Paşa komisyonun önergeyi tartıştığı odaya girerek etkili bir konuşmayla komisyon üyelerini ikna etmek zorunda kaldı...

Böylece, verilen önerge 1 Kasım 1922'de kabul edilerek, Saltanat ve Hilafet makamları ayrıldıktan sonra saltanat ilga edildi...

Ancak Anayasa'da rejim, hala 'cumhuriyet' olarak tanımlanmıyordu ve yeni devletin şekli konusundaki belirsizlik henüz ortadan kalkmış değildi.

***

Bu belirsizlik 29 Ekim 1923 yılında Anayasa'da yapılan bir değişiklikle ortadan kaldırıldı...

364 Sayılı Kanun ile Anayasa'nın Birinci Maddesi değiştirilerek, 'Hakimiyet, bila kaydü şart Milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.' ifadesi anayasaya eklendi.

Aynı tarihte, Anayasa'nın ikinci maddesi de yeniden düzenlenerek, bu madde, 'Türkiye Devletinin dini, Dini İslamdır. Resmi lisanı Türkçedir.' şeklini aldı...

Yani 1921 Anayasası'nın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) yürürlükte kaldığı dönemde kanun teklifleriyle önce Meclis fiilen ülkeyi yöneten kurum haline getirildi, daha sonra saltanat ilga edilerek bu özellik resmileştirildi...

Ama 'laiklik' ilkesi hala Anayasaya girmiş değildi.

***

Sonuç olarak, 1924 Anayasasının, 1921 Anayasası'nda zaman içinde yapılan değişiklikleri daha bütünsel bir biçimde ifade ettiğini söyleyebiliriz. Her iki anayasada da Meclisin üstünlüğü esas alınmakta ve güçler ayrılığından çok 'güçler birliği' ilkesi vurgulanmaktaydı...

Farklılıklar şu iki noktadaydı:

1924 Anayasası, 1921 Anayasasından farklı olarak Meclisin yönetme görevini doğrudan değil, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen Bakanlar Kurulu (İcra Vekilleri Heyeti) aracılığıyla yürütmesini öngörüyor...

Ve yargı organlarının verdiği kararların, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile İcra Vekilleri Heyeti'nce değiştirilemeyeceğini ve yerine getirilmesine mani olunamayacağını hüküm altına alarak 'yargının bağımsızlığı' ilkesini güçlendiriyordu.

***

1924 Anayasası, zaman içinde yapılan değişikliklerle 27 Mayıs askeri müdahalesinin ardından yapılacak olan 1961 Anayasası'na kadar yürürlükte kaldı...

Bu süre içinde 1928 yılında yapılan bir değişiklikle ' Devletin dini İslam'dır' ibaresi kaldırıldı...

1937 yılında Laiklik ve diğer Atatürk ilkeleri anayasaya eklendi...

1946 yılında çok partili hayata geçiş ve 1950 seçimleri bu anayasayla yapıldı...

O seçimler sonucunda Demokrat Parti iktidara geldi.

(Devam edecek)