Türkiye’nin Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanında soykırım suçlamasıyla açtığı davaya müdahil olma kararı “Dışişleri camiası”nın ABD’ye yakınlığıyla tanınan bazı isimlerini rahatsız etti...
Bu isimlerden biri olan eski Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu’nun bu konuya ilişkin görüşlerini daha önce aktarmıştık...
Loğoğlu, kısaca, “Türkiye kendisi soykırım iddialarıyla karşı karşıya olan bir ülkedir. İsrail’de Türkiye’ye yönelik Ermeni soykırımı iddialarını desteklemeye hazır olan çevreler vardır. Öte yandan, başta ABD’de olmak üzere Ermeni lobileri, bu sefer Yahudi ve Rum lobileriyle işbirliği yaparak durumu Türkiye aleyhinde değerlendirmeye çalışacaklardır.” diyordu.
***
Gerçekten de Loğoğlu’nun sözlerinde bir hakikat payı var...
Yani ABD başta olmak üzere hemen tüm Batılı ülkelerde Rum lobisi, Ermeni lobisi ve İsrail lobisi son derece güçlü ve bu olayı Türkiye aleyhinde kullanmak için ellerinden geleni yapacaklar...
Ancak Loğoğlu’nun bu durumdan ürkerek “Aman Filistinlilerin soykırıma tabi tutulduğu iddialarına karışmayalım; sonra bizim de eski dosyalarımızı gündeme getirirler” tavrı son derece yanlış...
Aksine, Türkiye’nin İsrail aleyhine olaya müdahil olma tavrı Türkiye’ye bugüne kadar karşı karşıya kaldığı haksız suçlamaları sessiz sedasız savuşturmaya çalışmak yerine cepheden karşılamak ve gerçekleri ortaya sermek için bir fırsat sunuyor.
***
Türkiye’nin bugüne kadar karşılaştığı sıkıntılar özellikle bu iddiaların yoğunlaştığı 1950’li yıllardan bu yana takındığı “pasif savunma” tutumundan kaynaklanıyor...
Türkiye Dışişleri, ne zaman bu konu gündeme gelse tarafsız bir komisyonun dosyaları incelemesi önerisini yapmakla yetiniyor, bu iddiaları ortaya atanların aslında tarafsızlık gibi bir kaygılarının olmadığını, amaçlarının Türkiye’yi baskı altında tutarak istedikleri tavizleri koparmak olduğunu görmezden geliyor...
Oysa yapılması gereken Türkiye’nin dosyalardaki gerçekleri bizzat kendisinin açıklaması, haksız suçlamalar karşısında pasif savunma yerine bu tür haksızlıkları yapanların başında emperyalist ülkelerin geldiği gerçeğini vurgulaması, Anadolu’daki Rumların ve Ermenilerin uğradığı felaketlerin sorumlusunun onları kışkırtan Batılılar olduğu gerçeğini cesurca savunmasıdır. Bu tavır önceki yazılarımızda özünü ettiğimiz “Ahmet Rüstem tavrı”dır.
***
Bu savunmanın temeli “tehcir” ile “soykırım” arasındaki farkın ortaya konulması olmalıdır...
Tehcir, “göç ettirme” anlamında kullanılan bir sözcüktür. Bir çok ülke savaş sırasında cephe gerisinin emniyetini sağlamak ya da sınır değişimleri sonucu meydana gelen nüfus hareketlerini denetim altına almak amacıyla bu tür düzenlemeler yapmıştır. Örneğin Türkiye Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin ayaklanması üzerine “tehcir” kararı almıştır. Bu kararın uygulanması sırasında yaşanan istenmeyen olayların büyük bölümü devletin savaş nedeniyle yeterli güvenlik önlemi alamamasından kaynaklanmıştır. ABD İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya ile savaşırken Amerikan vatandaşlığına sahip tüm Japon kökenli Amerikalıları haklarında hiçbir suçlama olmasa bile savaşın sonuna kadar toplama kamplarına kapatmıştır....
“Soykırım” ise “Bir insan topluluğunun ulusal, dinsel, vb sebeplerle sistematik olarak yok edilmesi eylemidir. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı uyguladığı jenosit ve İsrail’in Gazze’de uyguladığı katliamlar bu kapsama girmektedir.
***
Osmanlı’dan bu yana Türkiye’nin Ermeni azınlığını, Rum azınlığını, Yahudi topluluklarını yok etmek gibi bir devlet politikası olmamıştır...
Örneğin despotik bir yönetim sürdüren Abdülhamid döneminde bile Abdülhamid’e suikast düzenleyen, bu girişimleri başarılı olmayınca Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamak üzere provokatif terör eylemlerine başvuran Ermenilere karşı böyle bir siyaset izlenmemiştir...
1908 Jön Türk Devrimi sırasında Ermeni ve Rum örgütleri başlangıçta İttihat ve Terakki yönetimine destek vermiş ve yeni yönetim döneminde eskiden elde edemedikleri hakları elde etmiş oldukları halde Yunanistan ve Bulgaristan örneğinde olduğu gibi İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle emperyalizme bağımlı uydu devletler kurma hayalinden vazgeçmemişlerdir.
***
31 Mart ayaklanması sırasında Adana’da yaşanan olaylar bunun bir örneğidir...
O olaydan sonra kurulan İttihat ve Terakki ağırlıklı hükümette Dahiliye Nazırlığına getirilen ve daha sonra 1915 tehcir kararından ötürü “soykırımın baş suçlusu” olarak suçlanacak olan Talat Bey hatıralarında şunları söylemiştir:
“Adana vukuatı 31 Mart irticai vakasına tesadüf ediyordu. Maksadın o esnada Türklerin bağnazlığını tahrik ederek kıtal (katliam) vücuda getirmek, bu suretle Avrupa’nın nazarı dikkatini çekmek ve Kilikya’da bir Ermeni özerkliği tesis eylemek olduğuna şüphe kalmamıştır. Ben (Adana vakaları sonrasında) tarafsız bir hükümet adamı sıfatıyla siyasi maksadı unutarak kıtali (Katliamları) yapan canilerin -İslam ve Ermeni- cezalandırılmasını istiyordum. Hatta vukuat esnasında İslam ahaliyi katliama teşvik eden müftü ile bir çok Müslümanların cezalandırılmasında ısrar ettim. Mahkemece verilen kararlar müftü ve arkadaşları hakkında idam idi. İcrası için Vekiller Heyetini ikna ettim. Hükümet vazifesini bu suretle tarafsızca yerine getirirse Ermenilerin siyasi ihtirasları hafifler kanaatinde bulunuyordum. (Ancak) Hükümetin bu tarz siyaseti komitelerin ihtiraslarını hafifletmiyor, bilakis şiddetlendiriyordu. ” (Bkz. Talat Paşa, Hatıralarım ve Müdafaam, Kaynak yay. s. 32)
(Devam edecek)