Önceki yazımızda Soner Yalçın’ın Odatv’de başlattığı bir tartışmaya ilişkin olarak sağcılık ve solculuk nitelemesinin her zaman farklı yorumlara açık olduğunu ve tartışma yarattığını söylemiş...

“Bunun nedeni, kimi zaman bazı solcuların sağcıların tekelinde olduğu düşünülen ‘ulus’, ‘devlet’ gibi kavramlara sahip çıkması, buna karşılık bazı sağcıların da ‘değişim’, hatta ‘devrim’ gibi kavramları kullanmış olmasıdır” demiştik...

Konuyu şöyle bağlamıştık: “Yine de bu soruya bir cevap vermek gerekirse, şu söylenebilir: Çağımızda sağcılığın ya da solculuğun kriteri emperyalizme karşı tutumdur...”

***

Soner Yalçın’ın açtığı tartışma en azından entelektüel ortamda oldukça geniş yankılar yarattı...

Bunun en büyük nedeni, özellikle Sovyet Blokunun dağılması, Çin’in üst yapıda sosyalist dönemden kalan yapıyı korurken ekonomide kapitalist yöntemleri benimsemesiydi. Bu ortamda Arnavutluk gibi kendisi dışındaki tüm sosyalizm deneylerini “modern revizyonist” olarak suçlayan radikal bir ülke bile Enver Hoca’nın ölümünün ardından herkesi şaşırtan bir biçimde çökmekten kurtulamamıştı, Devrimcilerin “idolü” olan Castro’nun ülkesi Küba ise liberal reformlar yaparak ayakta kalmaya çalışmaktaydı...

Solun her kesiminde büyük şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratan bu geniş çaplı bozgunun ardından “sol”daki sorunlara Marksizm (ya da Marksizm-Leninizm) içinde cevap arama alışkanlığı bir anda tersine döndü... Bozgun ortamının bir diğer belirleyeni olan ve Batılı emperyalist ülkeler tarafından uzun süredir entelektüel sol ortama etki yapan “post-modernist” ve “neo-liberal” akımlar bu ortamda sosyal-demokrasiden en “keskin” Marksist-Leninist akımlara kadar uzanan tüm eski “sol” akımlar içinde hızla revaç buldular.

***

Böylece “devrimci sol akımlar” kapitalist topluma karşı alternatif sunan tek siyasal alternatif olma özelliğini yitirirken “Atatürkçü aydınlar” etkisizleştiler...

Bu ortamda Türkiye toplumu içinde doğan bu boşluğu üç ana akım doldurdu:

“liberal sosyal demokrasi”, “İslamcılık” ve “Kürtçülük”!

***

Bu tabloda önemli bir eksiklik hemen dikkat çekiyordu...

Türkiye, emperyalizme karşı ilk başarılı ulusal kurtuluş mücadelesini vermiş olan bir ülkeydi. Türkiye’nin kuruluşundan itibaren “Kemalist” ya da “Atatürkçü” gelenek ülke aydınları üzerinde büyük bir etki yapmış, bu geleneği yaratan Mustafa Kemal Atatürk ”eski komünist”ler nezdinde her zaman anti-emperyalist mücadelenin öncüsü olarak saygı görmüştü...Bunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü “Yirminci Yüzyıl Marksizmi”ne damgasını vuran Sovyet devriminin öncüsü Lenin, Mustafa Kemal’in mücadelesini desteklemiş ve antiemperyalist tutumundan dolayı onu övmüştü...

Bu nedenle 1960’ların siyasal ortamında da Kemalistler ve Marksistler ittifak yapmışlar, 12 Mart faşist cuntasına karşı direnen 1971 devrimcileri Mustafa Kemal Atatürk’ü Milli Demokratik Devrimin başlatıcısı olarak selamlamışlar ve yaptıkları savunmalarda onun mücadelesini örnek olarak göstermişlerdi.

***

Öyleyse, ülkede azımsanmayacak bir siyasal gücü temsil eden “sol kesim” içende yer alan ve siyasal öncülük iddiasıyla ortaya atılan örgütler neden içlerinden Kemalist mirasa sahip çıkan güçlü bir devrimci demokrat akım çıkaramamışlar, liberal sosyal demokrasiye ve Kürtçülüğe savrulmuşlardı?..

Bu sorunun cevabı iki önemli olguda gizliydi...

Birincisi, gerek 12 Mart cuntası gerekse 12 Eylül faşizmi ülkeye yaptıkları tüm kötülükleri “Atatürkçülük” maskesi altında gerçekleştirmişlerdi... Hiç kuşkusuz ülkeyi ABD emperyalizmine peşkeş çeken ve ABD tarafından organize edilen darbelerle iktidara gelen bu cuntaların “mandacılığa” savaş açan gerçek Kemalizmle ya da Atatürkçülükle bir ilgileri yoktu. Aksine, ABD tarafından “our boys” (bizim çocuklar) olarak nitelenen bu darbeciler dönemin en ünlü Atatürkçü aydınlarını İlhan Selçukları, Uğur Mumcuları, Mümtaz Soysalları cezaevlerine doldurmuşlar, 12 Eylül öncesinde bu aydınlar birer birer katledilirken “ortam olgunlaşsın” diye kendilerini Mustafa Kemal’in askerleri olarak gören solcu gençlere ve demokratlara türlü tezgahlar kurmuşlardı...

İkinci olarak da cuntacılar, 12 Eylül döneminde cezaevlerine doldurdukları yüz binlerce insana “Atatürkçülüğü öğretmek” adına en akla hayale gelmedik işkenceleri yapmışlardı... 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de cezaevlerine doldurulup binbir işkenceyle “Atatürkçülük” enjekte edilmeye çalışılan insanlar arasında devrimci örgütlere katılmış çok sayıda Kürt genci de vardı. Bu gençler özellikle Diyarbakır cezaevine doldurulmuş ve Kürtlüklerini inkâr etmeleri için en ağır işkencelere maruz bırakılmışlardı.

***

12 Eylül sonrasında yaşanan “sendrom”ların başında geleceğe yönelik ideallerini yitirmiş insanların “köklerine” dönmesi geliyordu...

Devrimci militan gençlerin bir çoğu da “sosyalist” rejimlerin çökmesinin ardından “köklerine” dönmeye karar verdiler. O dönemde moda olan post-modernist akımlar zaten ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümüne girerek genellikle “çok-uluslu” federatif devletler olan Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi ülkeleri dağıtabilmek için “mikro milliyetçiliğin yanı sıra dinsel ve mezhepsel akımları öne çıkarmışlardı...

Türkiye’de tüm “solcu devrimci” akımlar dağıtılırken PKK’nın ortaya çıkması ve sansasyonel eylemler yapması da sol örgütler içinde yer alan Kürt gençlerin PKK’ya yönelmesinde önemli bir rol oynadı. Cezaevlerinden çıkan Kürt kökenli gençler PKK’ya yönelirken yönlerini şaşıran ve şaşkınlığa düşen mensubu oldukları örgütleri de peşlerinden sürüklediler...

Türkiye içinde neredeyse tümü dağıtılmış olan bu örgütlerin önderleri yurt dışına çıkmak zorunda kalmışlar ve orada Batılı ülkelerin siyasi atmosferinden etkilenmişlerdi. “Ütopyaları” çökmüş olan örgütlerin mensupları bu ortamda sosyalizmden ve “Kemalizm”den umutlarını kestiler. Bu örgütlerin mensuplarının bir bölümü siyasi mücadeleyi bırakır ya da sosyal demokrat partilere katılırken, kalanlar da “Kürt sorunu çözülmeden bu ülkenin hiçbir sorunu çözülmez” diyerek topluca PKK’nin peşine takıldılar.

(Devam edecek)