Önceki yazılarımızda neoliberalizme sistem içinden yönelen eleştiriler artmaya devam ederken sözde reformcu sosyal demokrat ve “yeşil” çevrelerde bu politikanın tek “rasyonel” çözüm olarak savunulmaya devam edilmesinin yarattığı çelişkiler üzerinde durmuştuk...
Türkiye’de de günümüze kadar neoliberal politikaların en önemli savunucusu olan AKP iktidarının son dönemde yöneldiği “Nass” söylemi, bir bakıma dünya ölçeğinde itibar yitirmeye devam eden bu politikalardan uzaklaşma arayışının bir ifadesi olarak yorumlanmalıdır. Hatırlanacağı üzere AKP kuruluş döneminde de CHP-ANAP-MHP koalisyonunun uyguladığı IMF’çi çizgiye karşı bir söylemle ortaya çıkmış ve yapılan ilk seçimde baraj altına düşen koalisyon partilerinden “kaçan” oyları toplayarak tek başına iktidara gelmeyi başarmıştı...
Buna karşılık halen yeni Kemal Dervişler arayışı içinde olan “sosyal demokrat” CHP, neredeyse Mehmet Şimşek’in ekonominin başına getirilmesini bile “rasyonel” ekonomik politikalara dönüşün bir işareti gibi görmeye devam etmekte ve bu nedenle sürekli kan kaybetmektedir. CHP, yapılan son seçimlerde Altılı koalisyon partilerinin “desteğine rağmen ancak yüzde 25 oranında bir oy alabilmiştir. Oysa 12 Eylül dönemi sonrasında askeri cuntanın onayıyla “Halkçı Parti”yi kurarak siyasete sosyal demokrasi adına giren Necdet Calp bile neoliberalizmi savunan Turgut Özal ile birlikte katıldığı bir TV programında Özal’ın savunduğu kamu iktisadi kuruluşlarının satılmasını öngören anti-kamusal politikalar karşısında masaya bir yumruk vurarak “Sattırmam kardeşim” diye meydan okumuş ve o tek yumruk darbesi sayesinde, hem de 12 Eylül gibi yoğun bir baskı ve “beyin yıkama” döneminin ardından yüzde 30 oranında oy alabilmişti.
***
Neoliberalizm ile devletin piyasaya düzenleyici bir faktör olarak katılması sorunu özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında piyasanın “görünmez eli”ni savunan Hayescilik ile piyasaya devlet müdahalesini savunan Keynesçilik arasındaki ideolojik bir mücadele niteliğine bürünmüştür...
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloku’nu yaratması, sömürgeciliğin tasfiye sürecine girmesinin ardından ekonomik olarak da bağımsız olmak isteyen “Üçüncü dünyacı” ülkelerin özellikle “az gelişmiş” ülkelerde revaç bulması, Avrupa’da da Keynesçi uygulamaların egemen olmasına neden olmuştur. Avrupa’da Fransa, İtalya başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde sosyal taleplerin artması ve komünist partilerin büyük kitle partilerine dönüşmesi “refah devleti” olarak nitelenen Keynesçi uygulamaların tüm dünyada yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur...
1980’den sonra sarkacın yönü Hayekçiliğe yönelmiş, bu döneme Reagan, Thatcher gibi neoliberal politikacılar damga vurmuştur... Bu dalga 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun dağılması, Çin’in neo-liberal politikalardan bir bölümünü kamusal yönetimine şırınga etmesi ve Avrupa’da komünist partilerin güçlerini kaybetmesi sonucu daha da güçlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Türkiye’de de Özalcılık akımı (Çiller, Ecevit ve Erdoğan da bu akımın temsilcileridir) ABD’nin de desteğiyle neredeyse tüm kamu iktisadi teşebbüslerini tasfiye etmeyi başarmıştır.
***
Şimdilerde neoliberalizm dalgası çok kutuplu dünyanın oluşması ve bu dalganın yarattığı sosyal eşitsizliklerin orta sınıfı yok olma noktasına kadar getirmesi nedeniyle geri çekilmektedir...
Ancak Türkiye’de siyasal sistem üzerinde egemenlik kurmuş olan partiler bu durumun farkına varmamış görünmektedir...
Muhalefet partilerinin son seçimlerde ABD’nin neoliberal çevrelerine dayanarak iktidara gelme düşlerine kapılması bu durumun en açık göstergesidir.
***
Bu konuyu kapatırken bir gerçeği de vurgulamak zorundayız...
Aslında neoliberal Hayesçi politikalar ile “sosyal devletçi” Keynesçi politikalar kapitalizmin iki farklı yüzünü temsil etmektedir...
Nitekim Keynes neoliberalizmin yarattığı çelişkileri eleştirir ve kendi düşüncelerini savunurken kapitalist sistemin bir savunucusu olarak “Uzun vadede biz hepimiz ölüyüz” ifadesini kullanmıştı.
Ne var ki, kapitalizm Keynes’in umduğundan bile daha dayanıklı çıkmıştır ve günümüzde tüm dünyada geçerli bir sistem halini almıştır. Dolayısıyla günümüzde küresel toplumun ezilen kesimlerinin umutlarını körükleyecek olan sosyalist partiler, neoliberalizmin yarattığı tüm tepkilere karşın güç kazanamamakta, bu tepkiler çoğu zaman “halkçı”, “popülist” söylemler kullanan çeşitli renkle bürünmüş “nevzuhur” partileri güçlendirmektedir...
Ne yazık ki çağımızın gerçeği budur ve bu akımlar karşısında gerçekten toplumun değişim özlemlerine tercüman olacak sosyalist alternatifler yaratmak giderek daha da güç bir hale gelmektedir.
(Bitti)