İnsan ruhunun en ilkel en karanlık yanının açığa çıktığı zamanlardır çoğunluğun, çoğunluk olmaktan cesaretle en barbar, en vahşi yanını harekete geçirmesi… Ajitasyon, demogoji, kara propaganda ile kışkırtılan kalabalıkların hedef haline getirilmiş kişi ya da toplulukları hukuku da devre dışı bırakarak cezalandırmasına linç, toplu kırım diyoruz. Ve bizim yakın tarihimiz, yalanlar üzerinden galeyana getirilmiş kesimlerin yarattığı vahşet ve vandalizm örnekleriyle doludur. Tanıl Bora’nın ifadesiyle “olağan bir şekilde sürüp giden linçler silsilesi” Türkiye’de bir linç rejimi var etmiştir.
Son bir asırlık geçmişte kimler kırıma uğramadı ki…
6-7 Eylül olaylarında sonradan provokasyon olduğu anlaşılan “Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı” kışkırtması ile İstanbul’da Rum’ların ev ve işyerleri yakılıp yıkıldı, yağmalandı. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki güç savaşıyla şekillenen çift kutuplulukta Çorum ve Kahramanmaraş illerinde Alevilere yönelik toplu kırımlar gerçekleştirildi, aynı şekilde Malatya, Erzincan, 3-4 Eylül 1978 Sivas Alibaba Mahallesi olaylarında da yine Aleviler yaşadıkları bölgeden göçertildiler.
1990’lı yıllarda bu sefer Kürtler ve yine Aleviler hedefteydi.
İki gün önce 2 Temmuz’du. 1993 yılında 8 saat süren bir eylemde kışkırtılmış, organize edilmiş bir saldırganlığın hedefi olan 33 insan sıkıştırıldıkları Madımak Oteli’nin ateşe verilmesi sonucunda katledilmişti. Öldürülenler, kin, nefret ve düşmanlık için değil saz çalıp türkü söylemek, semah dönmek için gitmişlerdi Sivas’a…
Oteli ateşe verenler “yak ulan yak” naraları atarken kendilerinden geçmişlerdi; “cehennem ateşi bu” diyorlardı. Çünkü, kendilerine hedef olarak gösterilen grubun din düşmanı olduklarına, peygambere hakaret ettiklerine inandırılmışlardı. Nefret yüklemesi öyle başarılıydı ki; ozanlar anıtını parçalarken adeta kendilerinden geçmişler, anıta kafa atıp ısırmaya çalışmışlardı.
Devletin polisi ve askerinin gözü önünde gerçekleşen katliam, aslında günler öncesinde yerel basının dini duyguları istismar etmesinin sonucuydu. Karanlık merkezlerin, belli mekanizmaları harekete geçirdiği aşikârdı.
Madımak katliamının sonucu ağır olmasına rağmen ders çıkardığımız söylenemez. Çünkü, 2 Temmuz’un tam da yıldönümünde hedef kitlesi değişmekle beraber bu kez başka bir ateşe verilme dehşeti yaşandı.  
Linç kültürünün hedefinde şimdi Suriyeliler var. Kayseri’de yabancı uyruklu bir kişinin bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu iddiası üzerine yaşananlar, yeni dalganın yükseldiğinin işareti. Suriyelilere ait ev ve işyerlerinin yakıp yıkılması, talan edilmesi, adeta insan avına çıkılması, ertesi gün olayların Gaziantep, Konya, Kilis, Reyhanlı’ya sıçraması toplumda herkesi yakabilecek bir fay hattının oluştuğu anlamına geliyor. Sosyal ve ekonomik krizlerin ağır yükü altında ezilenlerin, yokluk ve yoksullukla boğuşanların iktidarın göçmen politikalarını eleştirmeleri ve buna göre tutum almaları gerekirken “eşeğini dövemeyen semerini döver” misali Suriyelilere yönelmesi, kabul edilir bir şey değildir.
Türkiye’nin düzensiz göçmen sorunu olduğu malum… Dünyada en fazla göçmen barındıran ülkeyiz. Açık kapı politikasıyla, ümmet yaratma adına milyonlarca insanın ülkeye doluşturulması üstelik gelenlerin sorgusuz sualsiz kimi ayrıcalıklı olanaklara –sınavsız üniversiteye girilmesi gibi- ulaşması, toplumda gerilim yaratıyor. Ancak bu gerilimin Suriyelilere yönelmesi, bir hedef sapmasıdır.
Kayseri olaylarının bize hatırlattığı acı gerçek şu: Cehennemin kapılarını hemen açacak, toplumda dehşet saçmaya hazır bir linç kültürü bütün mekanizmaları ile hazır vaziyette…
Sözü, yine Tanıl Bora’nın tespitiyle sonlandıralım:
 “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.”