Son yazımızda 12 Eylül askeri darbesinin Türkiye siyaset sahnesini yeniden düzenlerken iktidarı neoliberal partilere verdiğini, sosyal demokrat partilere ise “majestelerinin muhalefeti” görevini uygun gördüğünü...
1985 yılına gelindiğinde Turgut Özal’ın temsil ettiği “merkez sağ-İslami cephe” ile SHP ve DSP’nin oluşturduğu “sosyal demokrat cephe” biraz farklı söylemlerle de olsa kamu sektörünün ekonominin yönlendirici gücü olmaktan çıkarılması ve ekonominin piyasacı bir anlayışla yönetilmesi konusunda birleştiklerini...
19 Haziran 1992 tarihinde 12 Eylül rejiminin ürünü eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa kaldırıldığında bu kervana Deniz Baykal yönetiminde yeniden kurulan CHP’nin de katıldığını söylemiştik.
***
Aslında CHP’nin “makus talihi çok önce başlamıştı...
CHP, ilk kurulduğu dönemde içinde gerici unsurlar barındırsa da cumhuriyetin kurucu partisi olarak devrimci ve demokrat bir örgüt niteliği taşımaktaydı...
1938 yılında partinin kurucusu ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün erken ölümü, hemen ardından bürokrasinin temsilcileri olan Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ikilisinin iktidara gelmesiyle bu niteliğini adım adım yitirdi...
Yine de İsmet İnönü’nün liderliğinde parti içindeki faşist eğilimli kanadın ve Alman yanlısı Fevzi Çakmak’ın aksi yöndeki çabalarına karşın İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı başardı... Savaşın sona ermesinin ardından ise kapitalist dünyanın tartışılmaz lideri haline gelen ABD’nin dümen suyuna girmekten kurtulamadı.
***
İsmet İnönü liderliğindeki CHP’nin son demokrat atılımı 1946 yılında kendi içindeki muhalefete karşın oldukça radikal bir toprak reformunu TBMM’den geçirmesi ve bu reformun alt yapısını hazırlamak için Köy Enstitülerini kurmasıydı...
Ancak bu hamle ABD’nin desteğiyle CHP içindeki toprak ağaları ve büyük sermaye yanlılarının partiden ayrılarak Demokrat Parti’yi kurmaları sonucu daha başlangıçta akamete uğradı...
Bunun üzerine İsmet İnönü, “Ben gerçekçi bir siyasetçi olarak nerede durmak gerektiğini bilirim” dedi ve Meclis’ten geçirdiği reformu rafa kaldırdı. Bununla da kalmayıp, Köy Enstitülerini bir bir kapatmaya gerici muhalefet karşısında ayakta kalabilmek için gericilikte onunla yarışmaya başladı.
***
CHP’nin o tarihte başlayan düşüşü, ülke üzerinde ABD hegemonyası kuvvetlendikçe hızlanarak devam etti...
CHP ve onun devamı partiler darbe sonrası geçiş dönemlerinde koalisyon partnerleri olmanın dışında bir daha iktidar yüzü görmedi...
Ancak her seçim dönemi sonrasında uğranılan yenilgi yeteri kadar geri adım atılmamasına, gericilik yarışında iktidar partilerinin gerisinde kalınmasına bağlandı.
***
Günümüzde dünya hızla değişiyor; İkinci Dünya Savaşı sonrasında adım adım güçlenen ve 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından küresel efendi haline gelen ABD emperyalizminin tahtı sallanıyor...
“Çok kutuplu dünya” talebiyle bir araya gelen ve BRICS örgütünü oluşturarak Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya Pasifik’ten Afrika’ya kadar uzanan bir direniş cephesi kuran Rusya ve Çin her geçen gün yeni mevziler kazanıyor...
ABD’nin Ukrayna ve Pasifik’teki hamleleri, bu gelişmeyi gerekirse bir dünya savaşı çıkarma pahasına durdurma amacını taşıyor.
***
Bu koşullarda CHP’nin son seçim propagandalarını izleyenler kendi kendine “Acaba CHP’nin bu
gelişmelerden haberi olmuyor mu?” diye merak ediyor...
CHP’nin başındakiler, sürekli uğradıkları siyasi yenilgileri hâlâ yeterince Amerikan yanlısı olmamalarına, gericiliğe yeterince taviz vermemelerine ve seçim taktiklerine bağlamakta kararlı. Parti içi muhalefet de aynı havada...
CHP’nin asıl meselesi, günümüzde kitlelerin meydanlarda, stadyumlarda aramaya çıktığı kimliğini yitirmiş olması; ama ne parti yönetimi ne de parti içi muhalefet bunun farkında...
Hal böyle olunca,insan düşünmeden edemiyor:
“Kılıçdaroğlu gitse ne olur, gitmese ne olur!”
(Bitti)