Dünyada tüm devletlerin dış politikalarını iki bölüm halinde ele almak gerekir. Dış politikanın temeli olan birinci kısım devletin kuruluş felsefesi ve idari sistemi ile yakından ilişkilidir. Başka bir deyişle bu bölüm “stratejik”tir...
İkinci kısım ise bu politikanın pratikte uygulanması ile ilgilidir...
Böyle bir ayrımın yapılmasının sebebi, devletler arası ilişkilerin ve güncel gelişmelerin kimi zaman dış politikanın stratejik hedeflerine uygun politikaların önüne bazı engeller çıkarmasıdır. O durumda devletin genel anlayışı terk edilmeden bazı “taktik” esnemeler yapılabilir. Bu bütünlüğün sağlanamaması durumunda ise “ilkeli” bir dış politikadan değil ancak “yamalı bohça”dan söz edilebilir!
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının stratejik olan kısmı Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında onun tarafından atılmış ve ölümüne kadar başarıyla uygulanmıştır...
Bu politikanın özelliği daha yeni cumhuriyetin kurulmasının ilk adımları atılırken “Misak-ı Milli” adı altında özetlenmiş olmasıdır.
***
O dönemde I. Dünya Savaşı sonunda yenilgiye uğramış olan Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü korumak imkansız bir hale gelmişti. Arap nüfusun ağırlıkta olduğu bölgeler çıkan isyanlar sonucu dönüşü olmayacak biçimde imparatorluktan kopmuş, kalan bölgeler emperyalist devletler arasında nüfuz bölgelerine bölünmüştü...
O dönemde devletin yönetim kademelerinde iki görüş şekillenmişti...
İstanbul Hükümetini etkisi altına almış bulunan ve Padişah’ın yakın çevresi tarafından savunulan görüşe göre Arap ülkeleri dışında kalan bölgenin bütünlüğünün korunması ancak padişahlığın, hilafetin devam etmesi ve İngiltere ya da ABD gibi büyük bir devletin ağırlıklı olarak Türk-İslam topluluklardan oluşan bölgeleri bir bütün halinde himayesine alması ile mümkün olabilirdi. O dönemde Anadolu’da genişlemeye başlamış olan Yunan işgali altındaki bölgelerin Yunanistan’a katılmasını da ancak bu güçlü devletler önleyebilirdi! Bu görüş kısaca “padişahçı, hilafetçi ve mandacı görüş” olarak adlandırılabilir.
***
İkinci görüş ise “Adem-i merkeziyetçiliğe” yani “üniter devlet” karşıtlığına dayanmaktaydı...
İtilaf ve Hürriyet partisinin ileri gelenleri ile azınlık milliyetçileri ve dinci kesimleri tarafından savunulan bu görüşe göre Arap bölgelerinin ayrılmasından sonra kalan toprakların da parçalanması kaçınılmazdı...
Ancak imparatorluk nüfusunu oluşturan etnik ve dinsel toplulukların kendi geleceklerini kendi idari meclislerinin belirlemesine dayalı bir federasyon ya da konfederasyon oluşturmaları halinde en azından bu topluluklar arasındaki ilişkiler kopmayabilirdi. Zaten oluşturulacak tüm yerel yönetimler Batılı güçlerin kendi aralarındaki anlaşma ve uzlaşmalara tabi olacağı için yerel bölünmeler sonrası çıkması muhakkak olan savaşlar da ancak bu şekilde önlenebilirdi!
***
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da direnişi örgütlemek amacıyla ordudan istifa ettikten ve Trabzon-Erzurum merkezli olarak kurulan Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti tarafından organize edilen Erzurum Kongresi’nin başkanlığına seçildikten sonra ilk iş olarak bu görüşlere karşı mücadele başlattı...
Kongre’nin 23 Temmuz-6 Ağustos 1919 tarihleri arasında yürüttüğü çalışmalar sonunda yayınladığı bildiride “Misak-ı Milli” olarak adlandırılan şu ilkeler yer almaktaydı:
“Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür; onun muhtelif kısımları birbirinden ayrılamaz; yabancı müdahalesi ile Osmanlı Hükümeti’nin düşmesi halinde millet direnişe geçecektir. Yabancılara hiçbir koşul altında siyasi egemenliğe aykırı imtiyazlar verilmeyecektir. Manda ve himaye kabul edilmeyecektir.”
***
Atatürk, Büyük Nutkunda bu konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Hakikatte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Son mesele, bunun da taksimini temin ile uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife hükümet, bunların hepsi “medlulu kalmamış bir takım bi-mana elfazdan” (gerçeklikle ilgisi kalmamış bir takım manasız sözlerden) ibaretti.
“Neyin ve kimin masuniyeti (dokunulmazlığı) için kimden ne muavenet (yardım) talep ediliyordu?
“O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?
“Efendiler. Bu vaziyet karşısında (alınabilecek) tek bir karar vardı; o da hakimiyet- milliyeye dayanan “bilâkaydüşart müstakil” (kayıtsız şartsız bağımsız) yeni bir Türk devleti tesis etmek!
“İşte daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu olmuştur.”
***
Bu amaç doğrultusunda, Erzurum Kongresinde İstanbul Hükümetinin memleketin bağımsızlığını temine muktedir olamaması halinde, bunu sağlamak amacıyla bir geçici hükümet oluşturulması kararı alınmıştır...
Bölgesel bir kongre niteliğinde olan Erzurum Kongresinden sonra 4 Eylül’de Sivas’ta toplanan ulusal kongrede de bu karar teyit edilmiştir. Bu kararların İstanbul Hükümeti tarafından kabul edilmemesi üzerine bu hükümet ile Anadolu’nun bağlantısı kesilmiş, ülkede fiilen biri İstanbul’da (işbirlikçi) diğeri Anadolu’da (ulusalcı) iki hükümet oluşmuştur. Milli Kurtuluş Savaşı, böylece hem yabancı istilacı ülkelere hem de İstanbul’daki işbirlikçi hükümete karşı yürütülen bir savaşa dönüşmüştür...
Bu savaş sırasında “Misak-ı Milli”ye dayalı “stratejik” hedefe ulaşabilmek amacıyla bazı “taktik” uzlaşmalar ve müzakereler de yapılmıştır.
(Devam edecek)