Önceki yazımızda Türkiye’nin içinde ve çevresinde sorunların giderek yoğunlaştığını söylemiş...

Ve Suriye odaklı siyasi gelişmeler üzerinde durmuştuk...

Suriye sorunu, ekonomideki sorunları da ağırlaştırmaktadır; ama Türkiye ekonomisinin temel sorunu çok daha büyük ve kapsamlıdır.

***

Bu sorunlar son olarak asgari ücretin belirlenmesinde ortaya çıktı...

Asgari ücret artışının gelir düzeyinin aşırı ölçüde bozulduğu bir ortamda resmi enflasyon oranının bile altında belirlenmesi tüm toplumda tepkiler yarattı...

Alışık olmadığımız bir şekilde iktidar blokunda yer alan kimi partiler eleştirel açıklamalar yaptı, iktidar yanlısı yazarlar “Bu kadar da olmaz” anlamına gelen yazılar yazdı.

***

Peki ama bir iktidarın kendisini bu kadar yıpratacak bir karar almasının sebebi neydi?..

En başta gelen sebep, ekonomik dengelerin zaten bozulmuş olması ve bunun adı konmamış bir ekonomik bunalıma yol açmış olmasıydı. Ekonomik bunalım deyince akla hemen yüksek enflasyon, durgunluk, döviz fiyatlarının ve faizin birlikte yükselmesi gelir. Bizim gibi aşırı borçlanmış ülkelerde yüksek faiz ödemeleri ve kaynak sıkıntısı da buna eklenir...

Ve ekonominin ateşi yükselir.

***

Aslında periyodik krizler kapitalist ekonominin ayrılmaz bir parçasıdır...

Kapitalizm, doğal olarak ekonomik kaynakları ağırlıklı olarak üst sınıflara aktarırken toplumsal gelirin alt kesimlere düşen payını azaltır...

Bu durum bir süre sonra üretilen malların pazarlanmasında sıkıntı yaratır. Buna “durgunluk” (stagnation) denir. Piyasada mal çoktur, ama toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan kesimlerde bu malları alacak para yoktur.

***

Bu durumda iki alternatif gündeme gelir:

Ya malların fiyatları düşürülür ve bu yolla stoklar eritilerek üretim gücü yeniden harekete geçer...

Ya da çalışan kesime giden pay, başka bir deyişle alt ve orta kesimlerin alım gücü bir miktar artırılır...

Malların fiyatları düşürülürse stoklar eritilirken piyasa hareketlenir büyüme oranına paralel olarak enflasyon bir miktar artar. Çalışan kesimin gelirlerinin yükseltilmesi de benzer bir etki yaratır. Ancak bu dalgalanmalar sistemin işleyişine kalıcı bir zarar vermez. Aksine sistemin çalışmasını sağlar.

***

Peki malların fiyatları düşmez, üstelik çalışan kesime giden pay da azalmaya devam ederse ne olur?..

O zaman durgunluk ve yüksek enflasyon bir arada yaşanır...

Buna ekonomide “stagnation” ve “inflation”  terimleri birleştirilerek “stagflation” adı verilir.

***

Malum olduğu üzere ekonomik bunalımlar her zaman birilerine fatura ödetir. Fatura ödeyenler genellikle gelir düzeyi en dibe vurmuş kesimler, yani çalışanlar ve emeklilerdir...

“Stagflation” durumunda ise çalışan kesim kadar olmasa bile üreten kesim de zarar görür...

Enflasyon artmaya devam ettiği için faizler düşmez, faizler düşmeyince üretici kesim kredi bulmakta zorlanır. Bu arada tüketici kesime düşen pay da azalmaya devam eder. Böylece her iki tarafın da borç yükü ağırlaşır.

Bundan yarar sağlayan tek kesim tekelleşmiş büyük işletmeler ve faizle geçinen finans kesimi olur.

***

Türkiye’nin içine girdiği sarmal, işte bu “stagflation” sarmalıdır...

Bu sarmaldan çıkmak için ilk akla gelen çare yurt dışından kaynak (sıcak para) bulmaktır...

Ancak “kolay” gibi görünen bu “çare” aslında sorunu ağırlaştırır; çünkü sıcak para yüksek faiz olmazsa gelmez; yüksek faiz ödenirse iç piyasada üretim azalır durgunluk ve enflasyon birlikte yükselir.

***

Bu durumun tek çaresi mevcut kaynakların verimli bir biçimde üretime yönlendirilmesi, yüksek enflasyondan ve borçlanmadan yararlanan finans kesiminin dizginlenmesi, milli gelirden çalışan kesime ayrılan payın artırılmasıdır...

Gerçi o zaman da kapitalizmin doğasından gelen kriz eğilimi ortadan kalkmaz ama periyodik krizler yıkıcı bir hal almaz ve sistemin kendi mantığı içinde çözümlenir...

Kapitalizmin hem sürekli kriz yaratmasının hem de bu krizleri aşarak gelişmesini sürdürmesinin mantığı böyledir. Sistem milli ekonomiler aracılığıyla tarihsel gelişmesini bu şekilde sağlamıştır.

***

Bizim gibi “gelişmekte olan” ya da emperyalist merkezlere bağımlı ekonomilerde bu işleyişi sağlamak çok zor olur... Çünkü küresel ekonomi merkezleri finans kapitalin egemenliğindedir ve onlar bizimki gibi ekonomilerin bağımsız gelişerek üretim gücünü artırmasını, kendi kaynaklarına sahip çıkmasını, yeni kaynaklar yaratmasını, böylece küresel merkezlerle rekabete girmesini istemez. Onların istekleri bizimki gibi ekonomilerin durgunluk, işsizlik, yüksek faiz, döviz fiyatlarının baskısı altında bunalması ve sürekli borçlanarak yeni krediler için kendisinden istenen tüm ekonomik ve siyasi tavizleri vermesidir...

Bu nedenle ulusal bağımsızlık ile ulusal ekonomilerin gelişmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bağın kurulması için de siyasi bağımsızlığı koruyacak ve üretim ekonomisini güçlendirecek ulusal politikaların izlenmesi gerekir...

Kapitalist dünyada büyük bir krizin patlak verdiği 1930’lu yıllarda Türkiye’nin Batı’nın empoze ettiği “piyasa ekonomisinden” uzaklaşarak “sosyalist ülkeler” ile yakınlaşmasının ve “devletçilik” olarak tanımlanan kamucu ekonomi politikaları uygulamasının sebebi budur. Bu örnek daha sonra bağımsızlığını kazanan bir çok ülke tarafından da benimsenmiş, petrol üreten ülkelerde petrol millileştirilmiş, ve az gelişmiş ülkelerde gelişme hızı artarken küresel kapitalizmin merkezleri 1970’li yıllarda büyük bir bunalıma girmiştir.

(Devam edecek)