Ülkemizde son zamanlarda en çok sözü edilen olgulardan biri kutuplaşma...

Kutuplaşmanın en kötü yönlerinden biri ön yargı ve onun ayrılmaz bir parçası olan “siyasal sağırlık” yaratması...

Kutuplaştığınız zaman karşınızdakinin ne dediğinden çok kim olduğuna bakar, ona göre tavır alırsınız...Öyle olunca da Namık Kemal’in deyişiyle, “müsademe-i efkar”dan (fikirlerin çatışmasından) “barika-ı hakikat” (hakikatın ışığı) değil, yalnızca “müsademe” doğar.

***

Kendi geçmişimizden bir örnek vereyim...

1960’lı yıllarda bu ülkenin “solcu” gençleri o zamana kadar “stratejik müttefik” ve “sadık dost” olarak lanse edilen ABD’nin aslında emperyalist bir ülke olduğunu, içine alındığımız için adeta düğün bayram yaptığımız NATO’nun aslında bizi komşularımızla karşı karşıya getirdiğini, ülkemizi selamete çıkaracak tek yolun “tam bağımsızlık”tan geçtiğini söyler, tüm dünyada yükselen sömürgecilik karşıtı mücadelelerin desteklenmesi gerektiğini savunurlardı...

Bunları söyledikleri için de “komünistlik”le suçlanırlardı.

***

Bu gerçekleri dile getirenler arasında gerçekten komünist olanlar yok muydu?...

Elbette vardı, ama bu fikirleri savunanların büyük bir çoğunluğunu Atatürk’ün tam bağımsızlık fikrini savunan yurtseverler oluştururdu...

Ne var ki ABD işbirlikçilerinin gözünde emperyalizmi eleştiren herkes “komünist” olacağı için onlar da komünist olarak görülür, komünistler de “Moskof uşağı” olacakları için vatan hainleri olarak damgalanıp “düşman” ilan edilirlerdi!

***

İşin garip tarafı, o komünistlerin bir bölümü Sovyetler Birliğini yöneten bürokratları “sosyal emperyalist” olarak değerlendirir ve “iki süper devlete” de karşı çıkarlardı...

Tabii bu durum en çok ABD’yi ve onların işbirlikçilerini rahatsız ederdi...

Onlar, “komünist” deyince akla Sovyetler Birliği’nin gelmesini ister, Sovyetler Birliğinin kurucu unsurunun ise 200 yıl boyunca savaştığımız Ruslar yani “Moskoflar” olduğu için her bağımsızlık savunucusunu “komünist” yani “Moskof uşağı” olarak damgalar ve “Komünizmle Mücadele Dernekleri” içinde örgütledikleri “milliyetçi” ve “islamcı” gençleri solcu gençlerin üzerine saldırtırlardı.

***

Sonra aradan zaman geçti...

Önce 12 Mart 1971 askeri müdahalesi, ardından 1970’li yılların kanlı provokasyonları ve 12 Eylül askeri darbesiyle memleket solculardan “temizlendi”!..

Sonra bir de baktık ki, “komünistlerin” hepsinin şu ya da bu şekilde susturulduğu, canını kurtaranların yurt dışına kaçarak “Batı demokrasisi” hayranlığıyla geçmiş söylemlerini unuttuğu koşullarda, onların bıraktığı antiemperyalist sloganlar “islamcı” ve “milliyetçi” hareketler tarafından devralınmış...

Günümüzde “sosyal liberalizm” dalgasına kapılmış “yeni solcular” yıllarca bizi kapısına bağladıktan sonra Gümrük Birliği anlaşmasıyla soyup soğana çeviren Avrupa Birliği ile “Batı demokrasisi” hayranlığına kapılmış giderlerken, “Onlar ortak biz pazar” diyen “eski solcular”ın söylemini devralan “islamcı” ve “milliyetçi” akımlar, bir zamanlar 6. Filoyu eleştiren solcuları sopa, bıçak linç ettiklerini unutmuşlar, ABD’ye, AB’ye ve onların kıymetli dostu İsrail’e söylemediklerini bırakmıyorlar!

***

“Kutuplaşma”nın böylesi elbette berbat bir şey...

Eğer 1960’lı yılların gençleri ön yargılarla hareket etmeyip “kutuplaşma”nın yarattığı engelleri aşabilselerdi, “komünist”, “Atatürkçü”, “islamcı” ve “milliyetçi” fikirlere sempati duymaya devam etseler bile enerjilerini “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” bir ülke yaratmak uğruna  aynı yöne kanalize edebilirlerdi...

Hiç kuşkusuz o zaman yine bir “kutuplaşma” yaşanırdı; ama bu kutuplaşma ülkesini seven ve onun gelişmesi için mücadele edenler ile Türkiye’yi başka ülkelerin peşine takıp tehlikeli sulara sürükleyenler arasında olurdu.

***

Kısacası, “kutuplaşma” kendi başına ele alındığında kötü bir şey değildir. Hatta evrenin, doğanın, toplumun, fiziğin kendisinde olan ve gelişmeyi sağlayan bir şeydir...

Önemli olan insanların fikirlerini birbirlerine anlatabilmesini sağlayan  demokratik bir ortam yaratabilmeleri ve ön yargılara esir olmamalarıdır...

Ancak o zaman “doğru kutuplaşma” “kötü kutuplaşma”nın yerini alır ve “müsademe-i efkar”dan, şairin özlem duyduğu “barika-i hakikat” doğar.