Önceki yazımızda Türkiye-Suriye ilişkilerinin tarihine kısaca bir göz atmış ve bu ilişkiyi “çözdükçe dolaşan” bir ilişki olarak tarif etmiş...

Suriye’nin kuruluşundan hemen sonra “Hatay Sorunu” ile başlayan bu karmaşık ilişkinin, daha sonra 1957 yılında Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştiren Suriye’ye Türkiye’nin NATO/CENTO üyesi ülkeler ve İsrail ile birlikte müdahale girişimi, Fırat nehri üzerine yapılan barajlar sonrasında doğan “su sorunu”, Hafız Esad’ın Şii/Nusayri mezhebinden olmasını kabullenemeyen Müslüman Kardeşler örgütü tarafından 1970’li yıllarda başlatılan silahlı ayaklanmanın yenilgiye uğratılması, yenilgiye uğratılan ayaklanmacıların bir bölümünün Türkiye’ye sığınarak buradan muhalefete devam etmesi ve 1980’li yıllarda bu kez Suriye’nin Türkiye’ye karşı “PKK kartını” oynamasıyla iyice karmaşık bir hal aldığını hatırlatmıştık...

Devamlı kötüye giden bu ilişki, sonunda yerini Hafız Esad’ın ölümünden sonra iktidarı devralan Beşar Esad’ın Abdullah Öcalan’ı sınır dışı ederek PKK kartını çöpe atması sonucunda varılan Adana Mutabakatı ile “iyi ilişkiler”e bıraktı.

***

1998 yılında imzalanan daha sonra adı “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” olarak değiştirilen “Adana Mutabakatı”na göre, her iki devlet kendi topraklarında diğerini tehdit eden tüm faaliyetleri yasaklayacak, bu faaliyetleri yürüten örgütlere kendi topraklarında ikamet, lojistik, eğitim, ulaşım ve silah elde etme imkânı tanımayacak, bilgi ve istihbarat paylaşımı yapacak ve gerektiğinde ortak operasyonlar yürütecekti...

Bu anlaşma üç yıla yakın bir süre devam etti. Bu dönemde iki ülke de anlaşmanın koşullarına uydu...

Böylece iki ülkenin tarihinde önceki dönemlerde görülmemiş bir yakınlaşma ve dostluk dönemi başladı.

***

Ancak bu dönem, 2010 yılında ABD tarafından başlatılan Arap Baharı operasyonlarına Türkiye’nin de dahil olması sonucu sona erdi...

Arap Baharı Operasyonu ile ilgili olarak bu köşede pek çok yazı yazdık. Bu operasyon, 1960’lı yıllarda Arap ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasında kurulan iyi ilişkileri sabote etmek amacıyla ABD tarafından yapılan sayısız müdahale girişiminin son halkasıydı. Operasyonun özelliği ise 1990 yılı sonrasında Sovyetler Birliği’nin kendi yöneticileri tarafından dağıtılması sonucunda ABD’nin “küresel efendi” haline gelmesi ve o zamana kadar genelde başarısız olmuş Ortadoğu operasyonlarını bu kez tüm önemli devletlerin desteğiyle sürdürmesiydi...

O yıllarda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak adlandırılan ve Irak’ın işgal edilerek dağıtılması sonucunu doğuran bu kapsamlı operasyon anlaşılmadan ne “Arap Baharı” operasyonu, ne Türkiye’deki siyasi iktidar değişiklikleri, ne de bu değişiklikler sonucunda devlet politikasının Irak ve Suriye dostluğundan bu ülkelere müdahale politikasına yönelmesi anlaşılabilir.

*** 

İlginçtir, Büyük Ortadoğu Projesi yürürlüğe konulduğunda en önemli karşı çıkış Türkiye’de o yıllarda iktidarda bulunan koalisyon hükümetinin başında bulunan Bülent Ecevit’ten gelmişti...

Körfez Savaşı döneminde Irak’a yapılan müdahaleye de karşı çıkan, dahası Irak’a yaptığı ziyaretle bunu dünyaya ilan eden dönemin Başbakanı Ecevit, ABD’nin 2002 yılında yapmayı planladığı Irak’ı işgal operasyonuna Türkiye’yi de dahil etme teklifini reddetmiş ve işgale karşı olduğunu açıklamıştı...

Ecevit o yılın sonlarında ABD’nin işgal için hazırlık yaptığı dönemde Kars’ta yaptığı konuşmada “Biz savaş istemeyen bir milletiz. Gerekmediği zaman boşu boşuna, hele başkalarının isteğiyle savaşa kalkışmayız. Bizim için gerekli olmayan bir savaş yüzünden, biz de mecburen sürüklenirsek özellikle genç kuşaklarda çok ağır kayıplar verebiliriz” ifadesini kullanmış, bu sözler üzerine dinleyiciler “Kahrolsun Amerika!” sloganını atmışlardı...

Ecevit’in bu tavrı ABD’de de büyük yankı uyandırmış, Washington Post gazetesi bu yaklaşım üzerine yayınladığı “ABD’nin Ortadoğulu müttefikleri Irak’a saldırmaması için ABD’yi uyarıyor” başlıklı haber-yorumda “Türk Başbakanı Bülent Ecevit’in değerlendirmeleri, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’e yönelik bir saldırının onun oluşturabileceği tehditten çok daha büyük tehlikeler doğurabileceği konusunda bölge liderleri arasında artan bir konsensusu yansıtıyor” ifadesini kullanmıştı.

***

O dönemde Ecevit ile yakın ilişki içinde olan Prof. Dr. Suat Çağlayan, anılarını dile getirdiği bir yazısında şunları yazmıştı:

“2002 yılında, rahmetli Ecevit’le birlikte Kars’tan dönüyorduk. Rahşan Hanım dahil altı kişi güzel bir sohbet içindeydik. Bülent Bey ise, dalgın bakışlarla uçağın penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Yüzünde –son zamanlarda azalmaya başlayan- tikleri artmıştı. Sohbetin neşesinden cesaret alarak, ‘Efendim, neden bize katılmıyorsunuz?’ diye sordum.

Her zamanki nezaketiyle; ‘Kusura bakmayın’ dedi ve bir açıklama yapma gereği duydu.

‘Şimdi Ankara’ya dönüyoruz ve beni kimler bekliyor biliyor musunuz? ABD Büyükelçisi ile birlikte Amerikan Senatörlerinden bir grup. Irak’a girmeleri için Türkiye’nin Güney sınırına yerleşmek ve oradan Irak’a girmek istiyorlar. Buna izin vermeyeceğim, çünkü Amerika girdiği yerden çıkmaz. Bir şekilde kendisine bağlar!’ ”

***

ABD’nin dünyaya hükmettiği koşullarda Türkiye’den gelen bu direniş elbette cezasız kalamazdı ve kalmadı. Nitekim, 28 Mayıs 1999 - 18 Kasım 2002 tarihleri arasında görev yapan DSP-ANAP -MHP koalisyon Hükümetinde ekonomiyi neo-liberal temellere oturtmak ve tarıma verilen tüm destekleri kaldırmak için ABD tarafından “görev emri” çıkarılarak bu hükümete “ekonomiden sorumlu bakan” olarak dışarıdan sokulan Kemal Derviş, başlattığı operasyonla koalisyon hükümetini dağıttı...

Koalisyon ortağı MHP’nin de katkısıyla hükümetin dağıtılmasının ardından yapılan seçimlerde ABD politikalarına destek vereceğini her fırsatta dile getiren AKP tek başına iktidar oldu. AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan, Bülent Ecevit’in tersine kendisi için “Büyük Ortadoğu Projesinin Eş-Başkanı” sıfatını kullanmaktaydı...

Bu değişim, önce Türkiye’nin 2003 yılı Mart ayında ABD’nin Irak’a müdahalesine “yeşil ışık” yakması, daha sonra 2010 yılında “Arap Baharı” operasyonuna ABD’nin koalisyon ortağı olarak katılarak Suriye’ye yapılan müdahalede aktif görev alması sonucunu doğuracaktı.
(Devam edecek)