6-9 Haziran tarihleri arasında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları milliyetçilik dalgasının Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya yayılarak güçlendiğini, en büyük oy kaybına ise neo-liberal merkez ve “yeşil/sol” partilerin uğradıklarını ortaya koydu...

Bu dalganın neyin habercisi olduğu konusunda görüşler muhtelif!..

Ancak ortada tartışılamayacak bir gerçek var:

Tüm Avrupa’da “ulusal” söylemlere ağırlık veren partiler güç toplarken ABD’nin AB’ye empoze ettiği neo-liberal ekonomik ve siyasal politikaların peşine takılan akımlar zayıflıyor.

***

Bu gelişmeyi ABD tarafından Avrupa’ya empoze edilen Ukrayna ve Gazze politikalarının önemli ölçüde sarsıldığı, bunun sonucunda AB içindeki “gelişmişler ve gelişmemişler” arasındaki çelişkilerin şiddetlendiği şeklinde okumak da mümkün...

Bu genel olgunun gelecekte nasıl bir evrim geçireceğini ve Avrupa Birliği’nin geleceğini nasıl etkileyeceğini şimdiden bilemiyoruz...

Ancak şunu söyleyebiliyoruz:

Avrupa, ya birliğini güçlendirerek “çok kutuplu dünya” içindeki güç mücadelesinde yerini alacak, ya da ABD güdümündeki politikaları sürdürüp, giderek zayıflayacak ve etkisizleşecek.

***

Seçim sonuçlarına baktığımızda bu çelişkilerin doğurduğu en çarpıcı olguyu Macron’un uğradığı yenilgide görebiliyoruz...

Fransa’da “aşırı sağcı” Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Birlik Partisi (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oyların yüzde 31’ini alırken “neo-liberal” Cumhurbaşkanı Macron’un partisi yüzde 15 gibi düşük bir oy oranıyla Fransa tarihinin en büyük seçim yenilgilerinden birine “imza attı”!..

Oysa Macron, “yükseliş” döneminde 7 Mayıs 2017’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 66,1 oranında oy alarak Marine Le Pen’i ağır bir yenilgiye uğratmış, daha sonra aynı yılın Haziran ayında yapılan parlamento seçimlerinden hemen önce kurduğu “Cumhuriyet İleri” (LREM) adlı partisiyle Ulusal Meclis’te çoğunluğu elde ederek Fransa’da siyasal sahneye tek başına egemen olmayı başarmıştı.

***

Macron ile Le Pen arasındaki mücadeleye dışarıdan bakıldığında olay “ilerici/liberal” bir politikacı ile gerici/faşist eğilimli bir muhafazakâr arasındaki mücadele gibi görünebilir...

Çünkü Marine Le Pen ünlü faşist eğilimli sağcı politikacı Jean Marie Le Pen’in kızı olarak politikaya girmiş “muhafazakâr” bir figür iken...

Macron, bu yılın başında sosyalist parti militanlığından gelen 34 yaşındaki Gabriel Attal’ı Başbakanlığa atamış olan “özgürlükçü” bir siyasetçi görüntüsü vermektedir...

Ancak meselenin biraz derinine inildiğinde tablonun hiç de “ilerici/gerici” ya da “faşist/demokrat” çatışması olmadığı hemen fark edilmektedir.

***

Marine Le Pen’in siyasal çizgisi kendi içinde istikrarlı bir çizgi izlemektedir: Ulusal değerleri öne çıkaran, göçmen kısıtlamasını savunan ve “Önce Fransa!” diyen bir çizgi...

Buna karşılık Macron, siyasi çizgisi belli olmayan bir “oportünist”tir...

2006 yılında devlet hizmetinde çalışan bir ekonomist iken kendisine teklif edilen Fransa’nın en büyük işveren federasyonunun genel müdürlüğü teklifini reddetmiş, ama 2008 yılında devlete büyük bir tazminatı ödemeyi göze alarak Fransa’nın en büyük yatırım bankalarından biri olan Rothschild’in bankasının yöneticiliğini üstlenmiştir. Ardından Cumhurbaşkanı olarak çıkardığı emeklilik yasası ile çalışan kesimin geleceğine en büyük darbeyi vurmuştur...

Bununla da kalmamış, NATO’nun politikalarını eleştirerek “beyin ölümünü” ilan ettikten kısa bir süre sonra bir dünya savaşı tehlikesini göze alarak Ukrayna’ya NATO güçlerinin gönderilmesini savunmuş, yalnız ülkesinin değil tüm Avrupa’nın geleceğini tehlikeye atmıştır.

***

Bu “garip” gelişmeler yalnızca Fransa ile sınırlı değildir. Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi önemli AB ülkelerinde de benzer gelişmeler yaşanmaktadır...

Bu ülkelerde sosyal demokrat, yeşil, liberal olarak tanımlanan partiler ABD yanlısı ve emekçi düşmanı politikaları hayata geçirirken, “aşırı sağcı” olarak tanımlanan partiler ulusal çıkarları savunmakta ve ABD hegemonyasına karşı çıkarak güç kazanmaktadır...

Yapılan anketler de yükselen “aşırı sağcı” partilerin en büyük desteği çalışan emekçi/çalışan kesimden aldıklarını göstermektedir.

***

Bu olay en açık bir biçimde Almanya’da “milliyetçi” AFD’nin yükselişinde gözleniyor...

Almanya’daki Sosyal-Demokrat/Yeşil koalisyonu ABD’nin peşine takılmış giderken, AFD göçmen karşıtlığının yanı sıra ülkeyi yöneten “elitlere” karşı mücadele çağrıları yapıyor ve Almanya’yı “Davosçuların” atadığı bir grup ABD yanlısı küreselleşmecinin yönettiğini, bunların Ukrayna’da NATO çizgisini savunarak Alman halkının Rus doğalgazından yararlanmasını engellediğini, pahalı Amerikan gazına mahkum olan Almanya’da geçim sıkıntısının bu politikalardan kaynaklandığını savunuyor...

Görünen o ki, gelecekte Avrupa’yı bu tür partiler yönetecek ve biz de sonucun ne olacağını yaşayıp göreceğiz.