Önceki yazımızda devletlerin dış politikalarını iki bölüm halinde ele almak gerektiğini, dış politikanın temeli olan birinci kısmın devletin kuruluş felsefesi ve idari sistemi ile yakından ilişkili, yani “stratejik” olduğunu; ikinci kısmın ise bu politikanın pratikte uygulanması ile ilgili “taktik”lerden oluştuğunu söylemiş...

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının stratejik olan kısmının Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Misak-ı Milli” adı altında özetlenmiş olduğunu sözlerimize eklemiştik...

Türkiye Cumhuriyeti topraklarının “üniter” bütünlüğünü esas alan “Misak-ı Milli” kavramı, daha sonra laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olarak “cumhuriyet” kavramı ile bütünleştirilmiştir. Ancak bu süreç bir oldu-bitti şeklinde gerçekleşmemiş, “Cumhuriyet Devrimi” olarak adlandırabileceğimiz “stratejik” sürecin içinde uygulanan çeşitli taktiklerle hayata geçirilebilmiştir.

***

Mustafa Kemal Paşa’nın 1919 yılında Samsun’a ayak basmasından 3 Mart 1924 tarihinde hukuk devletinin temeli ve Cumhuriyet’in şekillenmesini belirleyen üç yasanın çıkarılmasına kadar uzanan süreç Türkiye’nin 1908 yılında başlayan “ulusal demokratik devrim süreci”nin en önemli aşamasını temsil etmektedir...

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmayı planladığı Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası bu süreç içinde adım adım uygulamaya konulabilmiştir...

Örneğin, bölgesel bir kongre niteliğindeki Erzurum Kongresinde her türlü koruyuculuk ve mandacılığın kabul edilemeyeceği şeklinde açık bir hüküm yer alırken, ulusal temsil esasına dayalı olarak gerçekleştirilen Sivas Kongresinde bu kararın teyit edilmesi hiç de kolay olmamış, alınan kararlarda “manda” kelimesi kullanılmamıştır.

***

Oysa, “manda” meselesi daha Sivas kongresi toplanmadan önce tartışılacak en önemli meselelerden biri olarak gündemdeki yerini almış bulunmaktaydı...

O dönemde ABD Başkanı Wilson “on dört madde” olarak bilinen açıklamasını yapmış ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı tanıdığını açıklamıştı...

Ulusal cephe saflarında yer alarak Misak-ı Milli’yi lafta savunmakla birlikte onun kısa vadede gerçekleşme imkanı bulunmayan bir hayal olduğuna inanan çok sayıda aydın, diplomat ve “devlet adamı” bu açıklamaya “can simidi” gibi sarılmıştı.

***

Aslında bu açıklamanın amacı, daha sonra yaygınlaşan “yeni sömürgecilik” yöntemiyle İngiltere ve Fransa’nın eski sömürgeci yöntemlerini geçersiz kılmak, Osmanlı İmparatorluğunu etnik toplulukların sözde bağımsızlığı ya da özerkliği yoluyla parçalamaktı...

Buna karşılık İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığı aracılığıyla İstanbul’daki hükümet üzerinde son derece etkili bir denetim kurmuş bulunan Büyük Britanya, emellerini Anadolu’yu işgal etmekte olan Yunan ordusunu kullanarak gerçekleştirme çabasındaydı...

Dolayısıyla ABD ile İngiltere arasında Osmanlı devletinden kalan toprakları kimin ne şekilde yöneteceği konusunda üstü örtülü bir rekabet yaşanmaktaydı.

***

İngiltere ve Fransa, savaş sırasında Türkiye’yi teslim olmaya ikna etmek için mütareke öncesinde fiilen Osmanlı devletinin yönetiminde bulunan bölgeleri işgal etmeyecekleri konusunda söz vermiş; buna karşın savaşın sona ermesinin ardından Mondros Anlaşması’nın “muğlak” bazı hükümlerine dayanarak İstanbul’un stratejik noktalarını ile Güney Anadolu bölgesinin bir bölümünü işgal etmişlerdi...

Bu devletler, Ege Bölgesi’ni adım adım işgal etmekte olan Yunanistan’ı desteklemekle kalmıyor, Türkiye topraklarında kendilerine bağlı “Ermenistan”, “Kürdistan” ve “Pontus devleti” kurmak için de çaba harcıyorlardı...

Bu nedenle Türkiye’nin İngiltere ve Fransa gibi “büyük” devletler tarafından parçalanması sürecine tanık olan bir çok “devlet adamı ve aydın”, “prensip olarak” Milli Misak’ı savunsalar da gelinen aşamada ABD mandasını “ehven-i şer” olarak görmekteydi.

***

Bunlar arasında İttihat Terakki yönetimi adına hareket ettiği bilinen ve Sivas Kongresi’ne delege olarak katılacak olan “Hamidiye Kahramanı” Hüseyin Rauf Bey (Orbay), ünlü İttihatçılardan Kara Vasıf Bey (Karakol), Ulusal Ordu’nun Batı Cephesi’ne kumanda eden Ali Fuat Paşa’nın babası İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy), daha sonra Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı olacak Bekir Sami Bey (Kunduk) gibi önemli isimler bulunmaktaydı..

Kara Vasıf Bey, Sivas Kongresi öncesinde Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği mektupta Kongre’de “ABD mandası”nı kabul etmesini öğütlemişti. Vasıf Bey’in mektubuna göre Ayan Meclisi Başkanı Ahmet Rıza Bey, Mondros Mütarekesinin imzalandığı dönemde sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa (Furgaç), eski Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa (Çobanlı), hatta Harbiye Nezaretinde kurulan Mütareke Komisyonuna Başkanlık yapan Albay İsmet Bey (İnönü) gibi isimler de “manda”dan yana tavır almış durumdaydı...

“Manda” yönetimini savunan isimler arasında sonradan Kurtuluş Savaşına “onbaşı” olarak katılacak olan Halide Edip Adıvar, İzmir’in işgal edilmesinin ardından kurulan “Reddi İlhak Cemiyeti”nin önde gelen isimlerinden Cami Bey (Baykut), Doktor Esat Paşa (Işık) gibi bir çok Kuvayı Milliye taraftarı aydın da vardı.

***

Sivas Kongresinden bir çağrı gelmesi halinde “mandater” olarak devreye girmeye hazırlanan ABD yönetimi Türkiye’deki temsilcileri aracılığıyla Sivas Kongresi ile ilgili hazırlıkları yakından izlemekteydi...

ABD, Kongre’de alınacak kararı etkilemek amacıyla Eylül 1919’da Anadolu ve Kafkasya’ya General Harbord’un başkanlığında bir heyet göndermişti...

Heyet başkanı Harbord, Sivas Kongresi’nin ardından Mustafa Kemal Paşa ile bir görüşme yaparak Kongre’de muğlak bırakılan “manda” konusunda onun desteğini isteyecek, ancak bu görüşmeden sonra görüş değiştirerek “Eğer memleketimin emrinde bir general olmasaydım sizin yanınıza gelir, sizinle beraber düşmanlarınıza karşı zevkle çarpışırdım” diyecekti.

(Devam edecek)