Erdoğan, şapkadan yine tavşan çıkarmayı başardı. Krizler, tartışmalar yaratarak, gerilimi süreklileştirerek muhalif kesimi kötürümleştirip, bir de kendi tabanında güç konsolidasyonu sağlayarak iktidarını devam ettirmeyi biliyor.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Türkiye’ye maliyeti giderek ağırlaşan bu yönetim tarzında gerilimden haz duyuluyor. İtina ile yaratılan her gerilim, iktidarın konjontürel ihtiyaçlarının karşılanmasında, gizli ajandasındaki bir amacın gerçekleştirilmesinde mesafe almasını sağlıyor.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Can Atalay’ın bireysel başvurusunu kabul ederek hak ihlali olduğuna karar vermesi ancak Yargıtay’ın, üst mahkemenin kararına uymayıp bir de üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmasıyla ortaya çıkan kriz, fiili olarak Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması anlamına geliyor. Çünkü, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, siyasi iradenin desteği olmaksızın hukuk tarihinde görülmeyen bu garabeti yaratamayacağı çok açık. AKP’nin ittifak içinde olduğu MHP, zaten uzun süredir Anayasa Mahkemesi’nin lağvedilmesi gerektiğini ifade ediyor ve AKP de en azından engellemediği bu krizle önünde engel gibi gördüğü AYM’den kurtulmanın yollarını arıyor.
Sarayın baş hukukçularının başlattığı “Milli yargı”, “gayri milli yargı” tartışmalarının vardığı son nokta,  MHP lideri Devlet Bahçeli’nin AYM başkanına “Kandil’e git” demesi oldu. Söylemin kendisi gerçekten tuhaf ve çok vahim... Tam bir akıl tutulması… Meşruiyetini Anayasa’dan alan Anayasa Mahkemesi’nin terör örgütü ilan edilmesinin örneği yoktur sanırım. Aslında geçmişte Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütünün lideri olduğu gerekçesiyle cezaevine atıldığı günleri de yaşadığımız içindir ki Bahçeli’nin sözleri şimdilik gündemden düştü.
Nasıl düşmesin ki?
Yıllarca bürokrasideki yavaşlıktan, yargının vasiliğinden dert yanıp “verin yetkiyi görün etkiyi” diyerek seçmenini koalisyonların siyasi istikrarsızlık getirdiğine inandıran Erdoğan, 2017 referandumu ile onaylattırdığı iki turlu seçim sistemini tartışmaya açtı. 7 yıl önce sanki yüzde 50+1 sistemini muhalefet zorlamış da kendileri istemeye istemeye yapmış gibi bugün karşı çıkıyor.
"Mevcutta 50+1 mecburiyeti partileri yanlış yollara sevk ediyor. Kimin eli, kimin cebinde belli değil. Yok altılı, yok on altılı masa… Bundan sonra kim bilir daha neler çıkar? Ama oy sayısı itibarıyla 'En fazla oyu alan aday seçilir' denildiği zaman seçim hızlıca tamamlanır.”
Oysa dünyanın başka bir yerinde örneğine rastlanmayan ve kuvvetler ayrılığını geçersizleştirdiği için Türk usulü başkanlık denilen sistem,  yüzde 50+1 oy çoğunluğunu zorunlu kılıyor. İki turun kalktığı, en çok oy alanın iktidara geldiği bir sistem başkanlık değil.
Hız, sihirli sözcük burada… İslamcılar, hep bürokrasinin engellemelerinden dert yandılar ve kuralları vesayet gibi gördüler; adım adım da kendilerince kabul ettikleri vesayet makamlarını etkisiz hale getirdiler. Öyle ki, demokratik toplumların olmazsa olmazı gösteri ve yürüyüş hakkı bile darbecilikle suçlanır hale geldi.
Bu zihniyete göre devlet, şirket gibi yönetilmeli. Reis tak emretmeli, alttakiler şak yapmalı… Bunun siyaset literatüründeki karşılığı sultanlık, iktidarın bir hanedana ait olması, seçimli monarşi. İşte şimdi hem Anayasa Mahkemesi hem de daha seçime 5 yıl kalmasına rağmen gündeme getirilen yüzde 50+1 tartışması ile sülale boyu iktidar güvenceye alınmak isteniyor.
Hedef, krizlerle sadece Anayasa Mahkemesi’nden değil anayasadan kurtulmak.