Bu köşedeki yazılarımızda bir konuyu sürekli vurguluyoruz...

Günümüzde ABD ve Avrupa ile Rusya ve Avrasya’yı birbirinden ayıran bir “kuzey-güney hattı var...

Bir tür “fay hattı” olarak nitelenebilecek bu hat üzerinde cereyan eden olaylar ve savaşlar birbiriyle yakından ilişkili. Dolayısıyla bu hattın iki yanında yer alan güçler dış politikalarını Batı (ABD ve Avrupa) ile Doğu (Avrasya ve Pasifik) arasındaki büyük çatışmanın etkisi altında belirlemek ya da karşıt güçler ile girişilecek mücadeleyi göğüslemek zorunda kalıyorlar.

***

İçinde bulunduğumuz dönemde Ukrayna, Suriye ve Filistin toprakları, bu bölünmede değişik saflarda yer alan iç güçlerle bu güçlerin arkasında yer alan “büyük dış güçler”in çatışma alanları haline gelmiş durumda...

Bu ülkeler “mevzi” anlaşmalar, barış -hatta ateşkes- anlaşmaları imzalayarak huzura kavuşamıyorlar; çünkü içerideki güçler anlaşmak istese dış güçler, dışarıdaki güçler anlaşmak istese iç güçler bu girişimleri engelliyor...

O nedenle bölgede yer alan ülkelerin bağımsız ve dengeli dış politikalar izlemeleri, bunun için de içeride iktidar ve muhalefet güçleri arasında “ulusal konularda asgari bir ortak tutum (bir tür ‘Misak-ı Milli/ Ulusal Antlaşma) belirleyerek ortak hareket etmeleri zorunlu hale geliyor.

***

Sözünü ettiğimiz hat üzerinde yer alan, ancak giderek alevlenen çatışmalarda doğrudan yer almayan ülke sayısı fazla değil...

Bunlardan en önemlisi Türkiye...

Türkiye’de sözünü ettiğimiz türden bir uzlaşmayı gerçekleştirme gücü ve potansiyeline sahip yalnızca iki siyasi parti var: AKP ve CHP.

***

Soruna bu açıdan bakıldığında yerel seçimler sonrasında iktidar partisi ile ana muhalefet partisi arasında başlatılmış olan “uzlaşma” ve “diyalog” girişimi büyük önem taşıyor...

Bu diyalog elbette iyi niyetten öte belli bir siyaset yapma tarzı üzerinde anlaşmayı gerektiriyor. Örneğin ağzını her açtığında karşıtına hakaret ederek ya da olumlu gelişmeleri görmezden gelip her vesileyle kavgayı körükleyerek uzlaşma ya da diyalog sağlamak mümkün olmuyor...

Ne var ki mesele sadece usul ve tarz ile de sınırlı kalmıyor; bu hat üzerinde çatışan taraflardan birinin uzantısı haline gelerek ya da “etliye sütlüye karışmayan” bir tavır izleyerek bir yere varılmıyor. Asıl önemli olan ulusal çıkarlar üzerinde anlaşma sağlayabilmek...

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmiş dış politika ilkeleri bu açıdan iktidar ve muhalefetin üzerinde birleşebileceği ortak bir zemin hazırlıyor...

Bu ilkeler, bloklardan uzak durmayı, her meseleye ülkenin somut menfaatleri açısından yaklaşmayı ve komşularla iyi ilişkiler kurmayı gerektiriyor...

Ne yazık ki, bu ilkeler İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir kenara itildi.

***

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin dış ilişkiler tarihine bakıldığında bir gerçek hemen göze çarpıyor...

Soğuk savaş sırasında ABD ile koşulsuz ittifak kurmak, Kore gibi uzak ülkelerde bizi doğrudan ilgilendirmeyen anlaşmazlıklarda çatışmalara katılmak, NATO gibi komuta zirvesinde etkin olamadığımız askeri örgütlerde yer almak, komşularımızın iç işlerine NATO ve CENTO gibi paktlar aracılığıyla müdahale etmek geçmişte bize hiçbir yarar sağlamadı. Aksine Kıbrıs olaylarında görüldüğü gibi ne zaman ulusal çıkarlarımız doğrultusunda bir tavır alsak,  müttefiklerimiz tarafından ya tehdit edildik ya da yaptırımlara maruz bırakıldık...

Yakın zamanda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi bölgemizde bir çok ülkede rejimleri ve sınırları değiştirmeyi amaçlayan, komşuları birbirine düşürerek bölgesel savaşlara yol açan çatışmalara karışmak da ülkemize zarar verdi. Bunun sonucunda komşularımızla düşman hale getirildik. Dahası, ülkenin köleleştirilmesi ve bölünmesi için çaba harcayan FETÖ ve PKK gibi örgütler müttefiklerimiz tarafından “eğitildi ve donatıldı”!

***

BOP’un devamı olan Arap Baharı sırasında ülkemizin NATO ve bu savaşı körükleyen Batılı devletler tarafından önce Suriye’de çatışmanın içine çekilerek güney komşumuzla düşman hale getirilmesi, sonra da “uçak krizi” gibi büyük bir kriz çıkınca her zaman iyi ilişkiler içinde bulunmamızda yarar olan Rusya gibi bir güç karşısında yalnız bırakılması bu politikaların sonuçlarıydı...

Neyse ki, bu sonuçlardan ders çıkaran AKP iktidarı Ukrayna’da Türkiye’ye hazırlanan tuzağa düşmedi. Ekonomik çıkarlarımıza darbe vuracak “Rusya’ya karşı yaptırımlar” zorlamasına direndi. Bu tuzağın bir parçası olan Montrö Anlaşmasını delme girişimlerine izin vermedi. Çin’de tezgahlanmak isteyen Sincan kışkırtmasına kapılmadı. Son olarak İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı çıkarken bu tutum nedeniyle ABD ve Batılı emperyalist ülkelerden gelen tepkilere göğüs gerdi...

Burada ana muhalefet partisine düşen görev, bu durumu fırsat bilerek Batılı emperyalist güçlerle flört etmek, “onu alma beni al” tavırları sergilemek değil, bu konularda ulusal çıkarlarımıza öncelik vermek ve meseleyi parti çıkarları açısından değil ulusal çıkarlar açısından değerlendirmektir. Kısacası “iç cepheyi” güçlendirmektir. Ülkenin demokratikleştirilmesi elbette önemlidir; ama unutmayalım ki, gerçek bir demokrasinin yolu emperyalistlerin övgülerinden ya da onların güdümüne girmekten değil ulusal bağımsızlıktan geçer.

(Devam edecek)