İnsanlığın ilk aşamalarından bu yana en büyük kaygısı üzerinde yaşadığı toprağa sahip çıkmaktır...

Bırakın insanları hayvanlar dünyasına baktığımızda bile belirli alanların paylaşıldığını ve bu alanların güçlü olanlar tarafından güçsüzlerin elinden alındığını görürüz...

O nedenle “yurt” kavramı ile “toprak” kavramı iç içe geçmiş, toprak ve toprak aracılığıyla yapılan üretim insanlığın evriminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

***

Aşık Veysel’in toprağa adadığı türkü bu gerçeği çok güzel ifade eder...

“Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi/ Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi/Kazma ile döğmeyince kıt verdi/ Benim sadık yarim kara topraktır.”

“Ademden bu yana neslim getirdi” diye devam edip giden bu türküyü çalıp söyleriz, ama bu sözlerin taşıdığı derin anlam üzerinde pek düşünmeyiz...

Düşünseydik, “Adem’den bu yana neslimizi getiren” toprağın geleceğimiz açısından da taşıdığı önemi kavrar, onu her açıdan korurduk!

***

Toprak, vatandır, yurttur...

En eski vahşi topluluklar bile toprağına sahip çıkmış ve savunmuştur. Daha sonra o vahşi topluluklar kabile ve kabile toplulukları olmuş, çağımızda ise ulusları oluşturmuştur...

Bazılarının halen küfür niyetine kullandığı “Ulus” ve Ulusalcılık” kavramları o nedenle “yurt” ve yurtseverlik” kavramlarından ayrılmaz, ayrılamaz.

***

Kimilerinin zannettiği gibi ulus ve ulusalcılık kavramları ile “sınıf” ve “sınıfsallık” kavramları birbiriyle çelişmez...

Gelmiş geçmiş tüm sosyalist devrimler aynı zamanda “ulusal” bir nitelik taşımıştır...

Başka bir deyişle çağımızda emperyalizme karşı her ulusal devrim içinde sosyalizme geçiş yönünde bir eğilim barındırmış, bu eğilim kimi zaman uygun koşullar bulmuş ve sosyal devrimle taçlanmış, kimi zaman ise bastırılmıştır...

Sosyalizme geçiş yapan toplumların tümünün ulusal demokratik devrim aşamasından geçmesi bu gerçeği gösterir...

Günümüzde eğer bir kişi “sosyalist” olduğunu zannederek ulusundan ve toprağından kopmuşsa, ondan kimseye hayır gelmez!

***

Ulusçuluk ya da toprağını, yurdunu sevmek samimi dinsel duyguları da bir kenara itmez...

Çünkü bir toprağı üzerinde yaşayan topluluğun elinden zorla almak veya kandırarak “çalmak” isteyen emperyalist ve sömürgeci güçler önce o insanları birleştiren değerlere saldırır...

Bizim cumhuriyetimizin kuruluşuna giden yol da böyle bir saldırıya karşı direniş sırasında açılmıştır.

***

Eğer toplumu birleştiren o değer din ise emperyalistler o dinin inançlarını kendi emellerine hizmet edecek şekilde eğip büker ve kendi çıkarlarına tabi kılmaya çalışır...

Afrikalı bir kabile reisinin  sömürgecilerin politikalarını anlatmak için söylediği şu sözler bu gerçeği çok güzel anlatır:

“Sömürgeciler ilk geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde toprak vardı. Şimdi ise bizim elimizde İncil var, ama toprak onların eline geçti!”

***

O nedenle gerçek anlamda yurt sevgisi olmayan, vatan kavramının anlamını bilmeyen, toprağın yurt ve vatan başta olmak üzere her türlü insani değer açısından kutsallığını göremeyenler ne yurdu, ne vatanı ne de toprağı savunabilir...

Yine kurtuluş savaşımıza baktığımızda bunun örneklerini görebiliriz...

Bu örneklerden biri, Anadolu’da kurtuluş savaşı tüm hızıyla devam ederken kendisini “sosyalist” olarak deklare edip işgal altındaki İstanbul’da İngilizlerin hediye ettiği kırmızı otomobil ile gezen ve onlarla rekabet eden Fransız iş yerlerinde grevler örgütleyen “İştirakçi” (sosyalist) Hilmi’dir...

Bir diğeri, Anadolu’da vatanı kurtarmak için savaşan yurtseverleri “kâfir” ilan ederek “kanları ve canları helaldir” diye fetva veren Şeyhülislam’dır...

ABD mandasından medet umarak “Filipinler gibi bizi de medenileştirin!” diye yalvaran “mandacı” tatlı su “aydınları” da bu türün benzer örnekleridir.

***

Toprağı savunmak, yurdu savunmak yalnızca savaş sırasında yapılacak bir iş de değildir...

O toprağı korumak, üzerindeki yaşam alanlarını doğaya zarar vermeyecek şekilde geliştirmek, toprağı işlemek ve üzerinde yaşayanları doyurup beslemesini sağlamak da yurtseverliğin ve yurt savunmasının değişik türleridir...

Bir ülkede tarım toprakları betonlaştırılıyor, tarım çökertiliyor, ormanlar yağmalanıyor, milli servet olan kamu işletmeleri tasfiye ediliyor, ülke “dışarıdan” gelen mal ve ürünlere terk ediliyor, maden imtiyazlarından gelecek üç-beş kuruş için topraklar, ormanlar ve sular zehirleniyorsa...

Dahası, bir ülkenin vatandaşlığı parayla satılıyor, bunun için bir de toprak ya da mülk almak şart koşuluyorsa...

Buna “milliyetçilik” ya da “ulusalcılık” değil ancak “Eyvah!” denilebilir.