Önceki yazımızda 12 Eylül 1980 darbesi ve 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “sosyalist” rejimlerin çökmesi sonucu yaşanan olumsuz gelişmeler karşısında “sol” örgütlerin sergilediği çaresizliğe değinmiş, bu durumda sorunları tartışmanın bir takım “bireysel” aydınlara kaldığını sözlerimize eklemiştik...

Bu sorunları Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Sol neden ‘süreç olarak faşizm’e karşı engelleyici bir direnç sergileyemiyor?” başlıklı yazılarında irdelemeye çalışan Ergin Yıldızoğlu, sözünü ettiğimiz aydınlardan bir diğeridir...

Yıldızoğlu, solun faşizmin gelişmesini neden önleyemediği konulu son yazısına “sol medya” ve “e-mail” aracılığıyla gelen cevaplarda içinde yaşadığımız olumsuz durumun genellikle “solun bölünmüşlüğüne, kimlik siyasetinin parçalayıcı ve işçi sınıfının enerjisini canlandırmayı zorlaştırıcı etkisine” ve neoliberaliizme bağlandığını söylemiş, ancak bu durumlara ek olarak üzerinde fazla durulmayan bir başka etkene daha dikkat çekmiştir.

***

Yıldızoğlu, sözünü ettiği etkenin bir dizi tarihsel değişimin ürünü olduğunu belirterek şunları söylüyor:

“ Bir psikolog dostum (Prof. V) 2000’li yılların başında bana “Karşımıza yeni bir genç kuşak geliyor ne dertlerini tam olarak anlayabiliyoruz ne de nasıl ilgileneceğimizi bilebiliyoruz” demişti; hem tıbbi açıdan hem de olası siyasi sonuçları açısından çok kaygılıydı. Sol hareket, bu yeni kuşağın özelliklerini ne zamanında kavrayabildi ne de bu gelişmeye hazırlanabildi.

Bu “yeni” kuşağın ruh halini en iyi “anksiyete” (endişe) kavramı tanımlıyor: “Anksiyete”, korkudan farklı olarak birey arzu nesnesine ulaşmanın imkânsızlığına inandıkça, egemen ideoloji verimliliğini verili anlamlar sistemi de istikrarını kaybettikçe, günlük yaşamda irili ufaklı travmalar yaşandıkça (medyada hazlara dayalı tüketimin reklamları-gerçek yaşamda güvencesizlik, yoksulluk), bireyin kendisi hakkındaki algısıyla dışındaki dünyadaki konumu arasındaki fark açıldıkça, tatmin ve mutluluk getireceğini düşündüğü nesneler düş kırıklığı (tatminsizlik) yarattıkça gelişen giderek derinleşen bir durumdur. Bu anksiyete, kurulu düzeni yönetenlere güvensizlik, komplo teorilerinin açıklamalarına yatkınlık, kimliğindeki istikrarsızlığı ırk, milliyet, cinsiyetçilik gibi, görüntüsüyle ya da deklarasyonuyla “kolayca” betimlenebilen aidiyetlere dayanarak (sığınarak ya da hedef alarak) aşma eğilimi, bu kuşağı “radikal” değişim, kolay-hızlı çözüm vaatlerine duyarlı hale getirir.”

***

Bu uzun alıntıyı yaptık; çünkü E. Yıldızoğlu bizim “sosyalist/komünist” teorisyenlerin üzerinde konuşmaya pek alışkın olmadığı bir alana giriyor: anksiyete (endişe) sorunu...

“Anksiyete” sorunu Freud’dan bu yana psikiyatrinin en önemli sorunlarından biri olmuştur; ancak psikiyatri açısından anksiyete, “nevrotik” bir unsur, yani bir tür “ruhsal bozukluk” olarak görülmüştür...

Oysa felsefe alanında bu sorun bir bozukluk olmanın ötesinde bir “insanlık durumu” olarak ele alınmış ve Kirkegaard’dan Hegel’e, oradan Marx ve Engels’e, bir başka açıdan Nietzsche, Heidegger gibi düşünürlere ve nihayet J. Paul Sartre’a kadar bir çok felsefeci onun üzerinde durmuştur. Tüm bu düşünürler konuya farklı açılardan yaklaşsalar da bu olayı insanın ruhsal yapısını belirleyen ve güçlendiren en önemli özelliklerden biri olarak nitelemişlerdir.

***

Gerçekten de bu olgu, “nevrotik” bir özellik kazandığında -ki günümüzdeki durum budur- insanı hayattan kopararak içine kapatan, “asosyal” hale getiren, insanın içindeki sürü içgüdüsünü harekete geçiren, düşünce gücünü ve sosyal ilişkileri yok eden bir tür “hastalık” doğurur...

Bu hastalığın yaygınlaştığı toplumlarda insanlar kolayca faşizmin, tarikatların, cemaatlerin güdümüne girer, kendilerini “şefler, tarikat ve cemaat liderleri ile özdeşleştirerek, hurafelere kolayca kanarak, düşünce güçlerini yitirirler...

Günümüzde bu olgunun kapsama alanı internet ve “sosyal medya” sayesinde çok daha genişlemiş, neo-faşist liderlerden, demagog politikacılara, tarikat ve cemaat liderlerinden, “yaşam koçlarına”  ve “medya fenomenlerine” kadar uzanan bir çok siyasal ve sosyal “figür” kendileriyle özdeşleşmiş yığınları istedikleri gibi yönlendirebilir hale gelmişlerdir.

***

Oysa “anksiyete” toplumsal etkisi en güçlü duygulardan biri olarak insani güçlerimizi geliştirici bir özellik de taşıyabilir... Hayatımız ve geleceğimiz konusunda duyduğumuz endişe bizi korkuya, pasifizme, köleliğe, itaat kültürüne olduğu kadar cesarete, hayatımıza anlam kazandırma ve sosyal varlığımızı güçlendirme çabasına da yöneltebilir...

Günümüzde, kendi toplumumuzda işsizlik, eğitimsizlik, anlayışsızlıktan bunalan milyonlarca genç, içinde yaşadıkları toplumsal ve ekonomik koşullar karşısında duydukları endişe nedeniyle geleceğe “endişe” ile bakmakta ve tutunacak bir dal aramaktadır. Endişe içinde kıvranan bu gençler, eğer bugün olduğu gibi ilerici, devrimci, sosyalist siyasal ve düşünsel akımlarda bir umut göremezlerse kolayca yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsal bozuklukların bir parçası olan akımların güdümüne girebilirler. Bu akımların bir kısmı “sağ” bir söylem kullanırken bir kısmı “yeşil ve sol” bir jargon kullanabilir. Ülkemizde yaşadığımız “Fetöcülük” olayı, ve “Apo hayranlığı” bu tür bir tehlikenin güncelliğini hepimize göstermiştir...

1920 ve 30’lu yıllarda başta Almanya olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde benzer ortamlarda faşizm gençleri avlamak için “sosyalist” söylemi ırkçılıkla özdeşleştirerek  kullanmıştı; günümüzde Avrupa yine krizlerle boğuşmakta ve neo-faşist hareketler kapitalist sisteme ve neo-liberalizme inançlarını kaybeden ve gelecekleri konusunda endişelenen gençleri kazanarak güçlenmektedir.

(Devam edecek)