Neo Osmanlı ve halifelik hülyaları kuran siyasal İslamcılar ile müttefiki konumundaki milliyetçilerin Suriye’deki gelişmelerden pek fazlasıyla memnuniyet duydukları görülüyor. Yenişafak Gazetesi sanki kesin sonuç alınmış gibi “Harita üç günde değişti” manşeti atarken, Hürriyet “Halep’e bayrak çektiler” başlığı ile çıktı. İşgüzarlığın, hayalperestliğin sonu yoktu; Suriye ve Irak’ın kuzeyini sınırlarımız içinde, yani topraklarımızın büyüdüğünü gösteren yeni Türkiye haritaları tedavüle sokuldu; cami avlularında lokum dağıtıldı.
Herhalde birileri de ellerini ovuştura ovuştura  “bize yeni inşaat alanları çıkıyor” “Halep’in bir kenarına da AVM dikeriz” diyerek zevkten dört köşe oluyordur.
2011 yılında da aynı heveslere kapılmıştı Türkiye. Birkaç gün içinde Halep, Şam düşecek, Esat iktidardan uzaklaştırılacak, onun yerine Müslüman Kardeşler yönetime gelecek, biz de Emevi Camii’nde şükür namazı kılacaktık. Çünkü, buralar geçmişte Osmanlı haritası içinde yeralıyordu: O yüzdendir ki, Türkiye’nin İslamcıları heyetler oluşturup Hatay’a gidiyor, sınırda “ülke sınırları önemli değil, Suriye bizim gönül coğrafyamız içindedir” mealinde açıklamalar yapıyorlardı. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise “Bu sancılı sürecin çok uzun süreceğini düşünmüyorum. Artık bu süreci yıllarla ifade etmek yerine aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir" diyecekti.
Bahçeli ise Musul’a, Kerkük’e plaka dağıtmakla meşguldü.
Haftalar değil, aylar değil yıllar geçti; evdeki hesap çarşıya uymadı.
Hayallerin sonu yoktu ama gerçekler bambaşka idi. Nitekim biz Şam’a, Haleb’e girmeyi düşünürken Suriye bize girdi. Milyonlarca göçmenle baş başa kaldık; zaten var olan sosyo ekonomik sorunlarımız göçmenlerin yarattığı yükle birlikte dayanılmaz bir ağırlık kazandı.
Türkiye, halihazırda dünyanın en fazla göçmen barındıran ülkesi ve bu demografik hareketliliğin yarattığı bir dizi komplikasyon ile karşı karşıya…
Geçenlerde Almanya Başbakanı Angela Merkel'in anı kitabı piyasaya sürüldü. Türkiye ile ilgili bölümler de var ve iki ülke arasındaki göçmen anlaşmaları önemli bir yer tutuyor. Anılarından edindiğimiz bilgiler, ülkesini düşünen bir başbakanın nasıl ince siyasetler uygulayarak göçmenleri Avrupa’dan uzak tuttuğunu gösteriyor. Merkel, anılarında şöyle diyor:
“AB olarak Türkiye’de yerelde sığınmacılar için projelere mali destek verilmesiyle, sığınmacılar için sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesini sağlayarak, Türkiye’yi onlara çalışma izni vermeye, eğitim fırsatları sunmaya ikna edip, böylelikle onlara Türkiye içerisinde gelecek perspektifinin sağlanması gerekiyordu."
“Haritaya ve Ege’deki gerçeklere bakıldığında, gelişmeleri düzenlemenin ve kontrol etmenin ancak Türkiye ile mümkün olduğu, gecikmeye yer olmadığı görülüyordu. Geriye kalan her şey bir yanılsamaydı ve ben yanılsamalara teslim olmadım. Denizde kaçakçılara karşı hiçbir tutarlı eylem, iç sınırlarımızda hiçbir yoğun kontrol ve gözetleme, bazılarının inandığı gibi hiçbir yüksek ve uzun çit, sınırı geçen insan sayısını azaltamazdı. AB ile Türkiye arasında bir anlaşma olmasaydı, ölümüne yola çıkan insan sayısını kalıcı ve sürdürülebilir bir şekilde azaltmak ve böylece Ege’deki korkunç ölümlere son vermeyi başaramazdık.” (…) Kaçak Suriyelileri durdurma karşılığında, Türklere AB vizesinin kalkması gündeme geldi. Biz 3 milyar Euro’yu verdik. Suriyeliler orada kaldı, AB’ye göç yüzde 95 azaldı“
Merkel’in anlattıkları bize göçmenlik üzerinden bir dehşet dengesi kurulduğunu gösteriyor. Erdoğan, izlediği açık sınır politikası ve ümmet projesi gereğince Suriye, Afganistan başta olmak üzere Müslüman ülkelerden nüfus devşiriyor; sonra bu ithal nüfusu Avrupa’ya karşı kullanıyor. AB ise verdiği üç beş kuruş ile göçmen belasını kendisinden uzaklaştırırken Türkiye’nin başına sarıyor. 
Şu an yine bir fetih peşindeyiz; bu kez kaç milyon göçmen gelecek bilinmez.