Önceki yazımızın sonunda “(Suriye’de) HTŞ saldırısının tam da İsrail’in saldırılarının Lübnan’da kırıldığı günlerde başlatılmış olması elbette tesadüf değildir.” demiş...

“Gazze savaşının başından bu yana Suriye’nin güneyine hava saldırıları düzenleyen İsrail, Lübnan’da ateşkes imzalamak zorunda kalınca bu kez Suriye’nin kuzeyinde HTŞ’nin düğmesine basmıştır!” ifadesini kullanmıştık...

Elbette bu operasyonun arkasındaki esas güç İsrail’in koruyucusu ve HTŞ’nin (IŞİD’in) kurucusu ABD’dir.

***

Olayları Ukrayna’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan bölgede ABD, Rusya, İran, İsrail ve Türkiye’nin içinde yer aldığı bir “büyük kapışma” olarak değerlendirenler için bu gelişme sürpriz değildi...

Ancak asıl sürpriz, HTŞ saldırısının başlamasından sonra geldi...

Suriye’nin ikinci büyük kenti olan Halep, iç savaşın en kızgın olduğu ve Suriye’deki Esad hükümetinin en zayıf göründüğü dönemde bile ABD’nin “orkestrasyonu” altındaki “muhalif” cephenin saldırılarına teslim olmamıştı. Ancak bu kent, Suriye hükümetinin geri çekilme kararı alması nedeniyle iki-üç gün içinde HTŞ terör örgütünün başını çektiği muhalif örgütler koalisyonuna teslim edildi.

***

Bu nasıl açıklanabilir?..

Suriye hükümetinin resmi açıklaması “Suriye Ordusu’nun “toparlanmak ve yeniden taarruza geçmek üzere güvenli şekilde geri çekildiği”, yeniden saldırıya geçerek kenti geri alacağı şeklindeydi...

Her savaşta bu tarz “taktikler” kullanılabilir; ancak bu tür taktiklerin uygulanmasının nedeni geri çekilen tarafın savaştığı takdirde yenileceğini görmüş olmasıdır...

Dolayısıyla soru şu şekilde de sorulabilir: Suriye hükümeti, mevcut şartlar altında Halep’i savunma amacıyla kapsamlı bir çatışmaya girmesi durumunda yenilgiye uğrayacağı sonucuna neden ve nasıl varmıştır?

***

Bu soruya cevap verebilmek için iç savaşın önceki aşamasında Suriye hükümetinin neden Halep’te sonuna kadar direnme kararı aldığını (ki bu karar sonucu yıllar süren bir mücadele sonunda Halep kazanılmıştı) hatırlamak gerekir...

O aşamada Rusya ve İran “sağlam bir şekilde” Suriye’nin arkasındaydı...

Türkiye, başlangıçta ABD koalisyonu içinde yer almış, ancak uçak düşürme olayından sonra NATO’nun kendisini Rusya karşısında yalnız bırakacağını anlayınca Rusya ile uzlaşarak “Astana Süreci” olarak adlandırılacak bir uzlaşma süreci başlatmıştı. Bu süreç daha sonra Rusya, İran ve Türkiye’nin “çatışmasızlık” anlaşmalarını doğurmuş, böylece bölgedeki “isyancı”ların bir bölümü İdlib’de tecrit edilirken, bir bölümü Türkiye’nin denetimi altına alınmıştı. Muhaliflerin ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan bir bölümü (PKK/PYD) ise ABD üslerinin koruması altında “statüko”nun bir parçası haline gelmişlerdi.

***

Bu tablo, bölgedeki sorunların hiçbirinin çözülmediği ama bir noktada “dondurulduğu” anlamına gelmekteydi...

Bu “dondurulma” olayı herkesin herkesle mücadele ettiği ama kimsenin galip gelemediği bir ortam yaratmıştı...

Doğal olarak bu durum Suriye’deki rejimin işine yaramış, Esad Hükümeti, tüm bölge ülkeleri tarafından tek meşru yönetim olarak kabul edilmişti.

***

Ancak hayat donmaz ve dondurulamaz; sonuçta güç dengelerinde bir takım değişimler meydana geldi ve mücadele bu yeni koşullarda kaldığı yerden devam ediyor...

Bu değişimleri tetikleyen olaylar HAMAS’ın Gazze operasyonu ve bunun ardından gelen İsrail’in soykırım halini alan saldırısıydı. İsrail bu saldırı sırasında Gazze’yi yakıp yıkmasına ve Lübnan’ın bir bölümünü istila etmesine karşın hem maddi (ekonomik ve askeri) hem de manevi (ideolojik ve siyasi) anlamda aşırı yıpranmıştı. Bunun sonucunda Lübnan’da ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı...

İki tarafın da istediği sonucu doğurmayan bu karşılıklı hamleler sırasında İran’ın Lübnan, Suriye, Filistin ve Yemen’deki kolları güç ve prestij kazandı. Bunun üzerine Rusya’nın Ukrayna savaşıyla meşgul olmasından yararlanan ABD ve İsrail bu süreci tersine çevirmek amacıyla tüm bölgeye yayılacak yeni bir taarruz başlattı. Bu yeni taarruzun “mızrak ucu” olma görevi uzun zamandır İdlib’de bu amaçla eğitilen ve donatılan HTŞ terör örgütüne verildi.

***

Burada şu gerçeği de görmek gerekiyor...

İsrail’in Gazze saldırısı sonrasında yıpranan tek güç İsrail değildi...

Onun hedefi olan İran ve yukarıda belirttiğimiz bölgedeki uzantıları da bu mücadelede büyük darbeler yemişlerdi. Örneğin Suriye’deki direnişi örgütleyen isimlerden Kasım Süleymani daha 2020 yılı başlarında bir suikast sonucu öldürülmüş, bunu Gazze’ye yapılan İsrail saldırısı sırasında HAMAS lideri Heniyye’nin İranda, ardından Lübnan Hizbullah örgütünün lideri Nasrallah’ın Beyrut’ta öldürülmeleri izlemişti. Özellikle Lübnan’daki son çatışmalar sırasında Hizbullah örgütü İsrail’i durdurmayı başararak önemli bir başarı kazansa da bu çatışma sırasında askeri gücünü büyük ölçüde yitirmişti. Bu darbeler sonucunda örgüt yönetimlerini devralan yeni liderler de katledilince söz konusu örgütlerde İran prestij kaybetmiş ve ortaya çıkan liderlik kavgasında farklı Arap ülkeleri devreye girmişlerdi. Bu ülkelerin bir bölümü Arap Baharı operasyonlarının başından bu yana Suriye rejimine düşmandı ve HTŞ (IŞİD) ile o döneme uzanan ilişkiler kurmuşlardı.
(Devam edecek)