Siyasal İslamcı iktidar, devleti din esaslarına göre yönetmek, toplumsal hayatı kendi benimsediği dini değer ve pratiklerle şekillendirme konusundaki amacını gerçekleştirme bakımından attığı adımları sıklaştırıyor. İktidarının ilk yıllarında sergilediği stratejik davranma esasına dayalı temkinli hamlelerin yerini şimdi daha radikal, açık, Anayasa ve yasaları görmezlikten gelen bir rahatlıkla yapılan düzenlemeler aldı.

Değerler eğitimi adı altında okullarda yürütülen dinselleştirme faaliyeti almış başını gidiyor. Denilebilir ki ipin ucu tamamen kaçtı ve eğitim tarikat ve cemaatlere, imamlara bırakıldı. Bir taraftan Diyanet İşleri Teşkilatı’nın resmi din görevlileri diğer taraftan tarikat ve cemaat grupları eğitimin bir parçası haline getirildi.    
Karma eğitime karşı olduğunu açıkça beyan eden Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, malum olanı ilan etti. Mecliste yaptığı konuşmada, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2023 yılı itibarıyla geçerli 2 bin 709 tane protokolü var. Bunların içerisinde, sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor” dedi.
Hizbullahçılardan, Nurculara, İsmailağa cemaatinden Menzilcilere kadar pek çok cemaat ve tarikat grubunun imzalanan protokollerle eğitim sisteminin içine sokulması “onlar sivil toplum örgütü” denilerek meşrulaştırılamaz. Bir tarikata STK demekle de o tarikat, tarikat olmaktan çıkmaz.

 
Çünkü, sivil toplum örgütü değiller. Hepimiz de biliyoruz ki, tarikat ve cemaatler dernek veya vakıf kurunca sivil toplum örgütü olmuyorlar; dernekleşme, tarikat ve cemaatlerin sadece yasal kısıtlamaları aşmak üzere başvurdukları bir yöntemden ibarettir. Her birinin yönetim kurulları şeyhlerin iradesiyle oluşuyor. Orada yurttaş, birey yoktur, şeyhinin önünde meyyid yani ölü olmuş müritler vardır. Kararlar, geniş katılımla, tartışılarak alınmaz, eleştirel bir iklim sözkonusu değildir, iradesi, kutsiyeti sorgulanamaz mutlak güç sahibi şeyh neyi tebliğ ederse o, kabul edilmek durumundadır. Sivil toplum, katılımcılığı, tartışmayı, gönüllülüğü kapsar ve kâr amacı gütmez. Oysa her bir cemaat holdingleşmiş, şeyhler altın varaklı koltuklarda iktidar erki ile el ele kol koladır.
Tarikat ve cemaatlerin sivil toplum örgütü olduğuna dair zırvalamalar, 1990’lı yılların moda söylemlerinden biriydi. Öyle ki, bazı liberal sol çevreler bile bu saçmalığa meylettiler hatta bu dinsel grupların meşrulaştırılmasına dolayısıyla nüfuz alanlarını genişletmelerine epey katkı sağladılar.

 Sivil toplumculuk, 12 Eylül 1980 sonrasında hakim olan yeni dünya düzeni, küreselleşme gibi söylemlerle birlikte çok gelişmişti. 

Bireyin devlet karşısında güçlendirilmesi, haklarının korunması ve güçlü bir demokrasi için güçlü sivil toplum örgütlerinin olması gerektiği düşünülüyordu. Bireyin iradesini yok eden, aklı değil imanı, inanmayı esas alan tarikat ve cemaatlerin bu kapsama sokulması, tam bir zavallılıktı ama gelin görün ki Türkiye bu süreci yaşadı.

 Şimdi, o tarikat ve cemaatlerin özgür düşünceyi, eleştirel iklimi, çeşitliliği nasıl boğduğuna ve bunun devlet tarafından nasıl desteklendiğine, laik eğitimin nasıl yok edildiğine tanıklık yapıyoruz. Bakanlıklar, okullar, güvenlik bürokrasisi devlet hiyerarşisinin dışında şeyhine sadakat gösteren müritlerce parsel parsel bölüşülmüş durumda.

 Paralel yapılanmaların yarattığı sıkıntıları, uzun yıllarca “hizmet hareketi” denilerek masumlaştırılan Fethullah Gülen cemaati örneğinde yaşadık. Aynı mantık şimdi Gülen cemaatinden boşalan yerlere envai çeşitte tarikat ve cemaatin yerleştirilmesiyle devam ediyor.

 Türkiye’nin geleceği çok karanlık…