Önceki yazımızda “Avrupalılık” konusundaki bilincin Müslüman Endülüs devletine ve Arap akınlarına karşı mücadele içinde geliştiğini, Endülüs devletinin yıkılmasından sonra Batı’nın “ideolojik merkezi” haline gelen Vatikan tarafından binli yıllarda organize edilen Hıristiyan güçlerin “Kutsal Topraklar” olarak gördükleri Ortadoğu’yu fethetmek amacıyla Haçlı Seferlerini düzenlediklerinde bu kez karşılarına Müslümanlığı benimsemiş olan Türk kökenli Selçukluların ve Memlûkların çıktığını...

Böylece Batı Avrupalı Hıristiyanların belleklerine yerleşmiş olan Müslümanlığa karşı ön yargıların Türklüğe karşı ön yargılarla birleştiğini...

Bu ön yargıların Batı’nın lideri olan ABD’nin ve onun kanatları altında NATO ve AB’de toplanmış olan Avrupa devletlerinin tarihe bakışlarına damga vurduğunu; dolayısıyla “Batı dünyası”nın, Türk ve Müslüman bir ülke olarak değerlendirdikleri Türkiye’yi hiçbir zaman kendi “medeniyetlerinin” bir parçası olarak kabul etmediğini; soğuk savaş döneminde Türkiye’yi mecburen NATO’ya aldıklarında ise kontrol edilmesi gereken bir güç ya da kullanıldıktan sonra kesilip atılması gereken bir “ur” gibi gördüklerini; Türkiye’nin 60 küsur yıldır üye olmayı beklediği AB’nin kapısından içeri sokulmamasının sebebinin bu olduğunu söylemiştik.

***

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinin NATO’ya karşı bir savunma paktı olarak kurdukları Varşova Paktı dağıldığında normal olarak NATO’nun işlevinin de bitmesi gerekirdi...

Ancak öyle olmadı; aksine ABD, hem Avrupa üzerindeki denetimini sürdürebilmek hem de küresel jandarmalık görevini yürütebilmek için örgütü dağıtmak yerine “küreselleştirdi”...

Bu durumda Rusya da dahil olmak üzere eski Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku üyeleri NATO’nun içinde yer almak istediler. O dönemde Rusya’yı yöneten Yeltsin ekibi Amerikan yanlısı işbirlikçi bir ekip olduğu için bu seçenek Rusya’nın NATO içine alınarak denetlenmesi açısından akılcı bir yol olabilirdi; ancak burada da Batı Avrupa’nın “biz ve onlar” ayrımı öne çıktı; ABD’nin “dostlarını” bir arada tutmak için “düşmana” ihtiyacı vardı; sonuçta Avrasya ülkeleri olarak görülen Rusya ve Ukrayna’nın NATO’ya katılma talepleri reddedildi.

***

Burada dikkat çeken bir diğer nokta aşamalı olarak tüm Avrupa devletleri gruplar halinde NATO’ya alınırken halkı ağırlıklı olarak Müslüman olan Bosna-Hersek’in de başvurmuş olmasına karşın paktın dışında bırakılmasıydı.

NATO’nun genişleme sürecine baktığımızda bu örgütün esas olarak “Avrupalılık” kıstasını esas aldığını, siyasi ve askeri amacının ise Avrasya ülkelerinin merkezini teşkil eden Rusya’nın kuşatılması olduğunu görürüz...

NATO Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu’da CENTO, Güney Doğu Asya’da SEATO paktlarını kurarak Rusya, Çin ve onlarla dayanışma içine girebilecek petrol zengini Ortadoğu ülkelerini çevreleme ve denetleme girişiminde bulunmuş, ancak bu paktlar siyasi gelişmeler sonucu dağılmıştı. Önümüzdeki dönemde Kafkaslar bölgesi de dahil edilerek bu bölgelerde doğmuş bulunan “boşluğu” dolduracak yeni girişimlere tanık olabiliriz.15 Eylül 2021 tarihinde Çin’i Pasifik yönünden kuşatmak amacıyla ABD, Avustralya ve İngiltere (Birleşik Krallık) arasında imzalanan AUKUS Paktı bu yönde atılmış bir adımdır. Gazze savaşından önce ABD’nin İsrail ile “Amerikancı” Arap yönetimlerini bir araya getirme planı da bu amaca hizmet ediyordu.

***

Finlandiya ve İsveç’in de NATO’ya alınması bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir...

Bu olay yaşanırken ilk aşamada Türkiye özellikle İsveç’in PKK’ya yardım etmesini öne sürerek konuyu bir pazarlık sürecine dönüştürmek istemişti...

Ancak bu tavır karşısında ABD ve NATO beklendiği gibi taviz vermedi; aksine ABD’nin önde gelen medya organlarında yayınlanan yazılarla “Türkiye’nin artık NATO’dan çıkarılmasının zamanı geldi” mesajı verildi. Bu bağlamda özellikle ABD merkezli National Review dergisinde çıkan “Türkiye’yi NATO’dan atma vakti” başlıklı yazı dikkat çekiciydi. Yazıda, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı açık sözlü olunması gerektiği belirtiliyor ve şu tehdit savruluyordu: “İsveç ve Finlandiya’yı barındıran ancak Türkiye’yi dışlayan bir NATO, Türkiye’yi içeren ancak İsveç ve Finlandiya’yı dışlayan bir NATO’ya tercih edilir.”...

Sonuçta bu tehdit etkisini gösterdi ve Türkiye, önce Finlandiya’nın daha sonra İsveç’in NATO’ya katılmasını karşılığında bir şey almadan onaylamak zorunda kaldı.

***

Bu yazı dizimizde anlattığımız gerçekler, Türkiye’nin planladığı pazarlık planının başından beri bir hayal olduğunu göstermektedir...

Çünkü PKK’nin gerçek koruyucusu, onu silahlandıran ve “kara ordusu” olarak kullanan gerçek güç ABD’dir. Türkiye, daha önce kendisinin Ortadoğu’da ABD’nin “stratejik müttefiki” olduğunu ileri sürerek bu konuyu defalarca ABD ile pazarlık konusu haline getirmek istemiş ama her defasında reddedilmişti. Sonunda iş olacağına varmış, dünyanın her köşesinde sarsılmakta olan “Kaos İmparatorluğu” Türkiye’nin geri adım atmasıyla bölgemizde geçici de olsa güç kazanmıştır...

Dileriz, bu süreç önce Montrö’nün masaya yatırılması, daha sonra yeniden şekillendirilmiş Ukrayna, Gürcistan ve diğer Kafkas ülkelerinin NATO’ya alınmasıyla devam etmez!