Geçenlerde Diyanet Akademi’nin toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, her zaman olduğu gibi yine sarfettiği sözlerle gündem oldu. Bu kez yaptığı vurgular, Türkler ve İslamiyet ilişkisine dairdi ve bu tartışma Türkiye’nin en az 150-200 yıllık geçmişine dair niteliği ile hayli eski…
Malum; bizdeki Türk milliyetçiliği, dağılmakta olan bir imparatorluğun nasıl kurtarılacağı düşüncesi üzerinden yürütülen üç tarz-ı siyasetten biriydi. Çağın gelişmeleri içerisinde Osmanlıcılık ve İslamcılık seçeneklerinin hükümsüz hale gelmesinden sonra Türkçülük düşüncesi gelişmiş, Türk milliyetçiliği Cumhuriyet döneminde de temel esaslardan kabul edilmişti. Ne var ki, bu milliyetçiliğin din ile ilişkisi konjonktüre göre ton farkları bulunmasına rağmen hiç kopmamıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan Türkleştirme politikaları çerçevesinde gerçekleşen mübadele döneminde, Türk olmak esastır ama bu yetmez Türk’ün Müslüman olanı geçerlidir.
Örneğin, Orta Anadolu bölgesinde yerleşik Ortodoks Hıristiyan Türkler, 1926 yılında Yunanistan’a göç ettirilirken Türklükleri hiç dikkate alınmadı. Erken Cumhuriyet döneminde Türklüğün inşası hiçbir zaman dinden azade olmazken, ümmetten millete geçiş sürecinde din toplumu bir arada tutan harç, dolayısıyla milletin temel unsuru sayıldı. Ancak, laik reformlarla dinselliğe getirilen sınırlamalar, din-ü devlet geleneğine sahip Sünniliği pek de memnun etmedi tabi ki.
Siyasal alanın rekabete açıldığı 1950’li yıllardan itibaren de Sünnilik, uzun süredir sessiz kaldığı bir dönemi geride bırakarak yeniden “din-ü devlet” demeye başladı. Ve bu talep Türk milliyetçiliğinin rotasında da değişiklikler yarattı. Bozkurt sembolünün yerini hilal ya da Kuran-ı Kerim’i sembolize eden kitap aldı, Soğuk Savaş konseptleri yürürlükte iken gerçekleşen, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin MHP adını aldığı o ünlü 1969 kongresinde “Allah Tanrı’yı kovdu” ve “Tanrı Dağları kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” formülasyonuna gidildi. MHP çizgisindeki Aydınlar Ocağı’nın geliştirdiği “Türk-İslam” sentezi de 12 Eylül’den sonra devletin resmi doktrinine dönüştü.
Burada Türklük ve İslamlık mezcedilmiş gibi görünür ama sentezin İslam tarafının daha baskın olduğunu söylemek çok da yanlış değildir. 1930-1940’lı yıllar hariç tutulacak olursa her milliyetçiliği kazısan altından mutlaka bir İslamcılık çıkar.
Aslında tartışma, Türklüğün mü Müslümanlığın mı öncelendiği noktasında düğümleniyor. Erdoğan’ın Diyanet Akademi’deki konuşmasında içinden çıktığı geleneği esas alarak İslamı öncelediği açık. Hatta öncelemekten öteye geçen bir durumdan bahsedebiliriz. Çünkü, Türklerin, Müslümanlıktan önceki tarihini sıfırlıyor, Türklüğü ancak İslam ile tarif ediyor.
Şu sözler dikkat çekici:
“Yaklaşık bin yıldır Türkler İslam’ı, İslam da Türkleri muhafaza etmiş; Türkler İslam’ın, İslam da Türklerin kılıcı olmuştur. Tarih kitaplarına şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkacak hakikat şudur: Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir. Üstat Necip Fazıl, bu gerçeği, çarpıcı bir dille bakınız nasıl ifade ediyor: "İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle… Yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım. Allah'ın inâyeti ve resulünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!."
Söyledikleri gayet açık… Müslüman olmayan Türk, Türk değil. O halde Müslüman olmayan Türkleri nereye koyacağız?
Ve asıl soru şu: Bu cümleler neden şimdi kuruldu ve esbab-ı mucibesi nedir?