Önceki yazımızda Doğu Blokunun dağılması ve ekonomilerinin Batılı tekellere ardına kadar açılmasının başlangıçta ABD için “kurşun sıkmadan” kazanılan kolay bir zafer olarak göründüğünü, ancak bu “kolay zafer”in sonunda kazanana da pahalıya mal olduğunu söylemiştik...

ABD’nin para basarak borçlanma politikasını hızlandırmasından yararlanan Çin’in, kısa sayılabilecek bir sürede geri teknolojiye dayanan sanayisini ABD’den elde ettiği fonlarla yenileyerek ABD’nin küresel ekonomi alanında en büyük rakibi haline gelmesi ABD’nin kendi içinde neo-liberal politikalara karşı bir tepki doğurmuştu. ABD’nin merkezi eyaletlerinde “First America!” (Önce Amerika!) sloganı altında gelişen bu tepki ABD’deki finans sisteminin 2008 kriziyle çökmesi üzerine güçlenmiş, Trump, bu tepkinin sözcüsü olarak siyaset alanına çıkmış ve başkanlık yarışını kazanmıştı.

***

ABD’de neo-liberalizmin “kaymağını” yiyen ve statükonun bekçiliğini yapan askeri-sınai kompleks ile onun hizmetindeki Pentagon ve çeşitli güvenlik servisleri elbette bu eğilimi bastırmak için ellerinden geleni yapmaktadır...

Şaibeli bir seçim süreci sonunda Trump’ın başkanlık koltuğundan indirilmesi, ardından açılan davalarla yeniden adaylığının engellenmeye çalışılması bu yönde harcanmış çabalardır...

Son olarak yirmi yaşında bir suikastçinin miting alanının üzerinde “drone” uçurup keşif yaptıktan sonra meydandakilerin tüm uyarılarına karşın elini kolunu sallayarak Trump’ın konuştuğu kürsünün karşısına geçebilmesi ve kameralar önünde ayaklığını ayarladığı bir dürbünlü tüfekle ona ateş edebilmesinin değerlendirmesini ise okurlarımıza bırakıyoruz.

***

Bu suikast konusundaki spekülasyonlar bir kenara bırakılsa bile “Trump olayı” şu gerçeği kanıtlamıştır:

Neo-liberalizm artık ABD’de bile çöküş sürecine girmiştir ve normal koşullarda egemenliğini sürdürmekte zorlanmaktadır...

Bunun nedeni, bu politikaların ABD’nin kendisi de dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde sosyal eşitsizlikleri artırması, ülkelerin bütçelerini tüketen savaşlara yol açması, ekonomileri sanayisizleştirerek işsiz kitleler yaratması ve küresel çapta büyük göç hareketleriyle tüm ülkeleri istikrarsızlaştırmış olmasıdır...

Bu gerçekler artık küresel elitin Davos toplantılarında dile getirilmekte, ABD ekonomisinin ve ulusal güvenlik bürokrasisinin başındakiler tarafından da kabul edilmekte ve bu gidişi en azından frenleyecek acil önlemler aranmaktadır.

***

Trump’ın “küreselleşme karşıtı” politikası öteden beri bilinmektedir...

Yeni olan olgu, bu gerçeğin artık Biden yönetiminin tepe noktasındakiler tarafından da dile getirilmeye başlanmış olmasıdır...

ABD’de yaşanan bankacılık krizinin ardından Biden yönetiminin önde gelen isimlerinden Ulusal Güvenlik Baş Danışmanı Jake Sullivan’ın Brooking Enstitüsü’nde yaptığı konuşma bunun açık bir örneğidir.

***

Sullivan’ın 2023 yılı başlarında yaptığı konuşma, özetle 40 yıllık Ortodoks neo-liberal politikaların iflasının ve ‘Yeni Washington Konsensüsü’ adı altında devletçi bir ekonomik modelin uygulanmaya başlanacağının ilanıydı...

Sullivan'a göre ABD’nin 40 yıllık tecrübesi, ortodoks neo-liberal politikaların dayandığı şu üç temel önermenin gerçekçi olmadığını ortaya çıkarmıştı: (1) ‘serbest piyasa verimli ve etkindir’; (2) ‘ekonomik büyüme nasıl olursa olsun iyidir’; (3) "ekonomik entegrasyon ülkeleri daha sorumlu, açık hale getirecek ve dünya daha barışçıl olacaktır’...

Sullivan, konuşmasını şu sözlerle noktalamıştı: “Aşırı basitleştirilmiş pazar etkinliği adına, tüm stratejik malların arz zincirleri -onları oluşturan tüm sanayiler ve işlerle birlikte- denizaşırı ülkelere taşınmıştır. Ekonominin finans gibi bazı sektörlerine ayrıcalıklar tanıyan reformlar yapılırken yarı-iletken imalatı ve alt yapı yatırımları gibi diğer temel sektörler dumura uğramıştır. Herhangi bir ülkenin gelişmesi açısından belirleyici faktör olan endüstriyel kapasitemiz gerçek bir darbe almıştır.”

***

Biden yönetimi, geçen yıl bu değerlendirme paralelinde küreselleşmenin sona erdiğini duyurmuş  ve sosyal harcamalar ve kamu yatırımlarını artırmıştı...

Sullivan ve Biden tarafından sunulan bu yeni program göz önüne alındığında bu aşamadan sonra başkanlık koltuğuna kim oturursa otursun, ABD’de kamu yatırımlarına ve sanayinin geliştirilmesine daha fazla fon ayrılacağı, dolar arzının kısıtlanacağı, Çin başta olmak üzere ABD’nin ekonomik rakiplerinin yaptırımlar vb. yöntemlerle geriletilmeye çalışılacağı görülmektedir...

Trump ile Biden’ı birbirinden ayıran esas nokta, şu anda ABD’nin boynuna asılmış iki değirmen taşı durumuna gelmiş bulunan Ukrayna ve Gazze savaşları konusunda izlenecek rotadır...

Biden yönetimi kendisinin yarattığı bu felaketleri Türkiye’nin de içlerinde yer aldığı başka ülkelerin sırtına yıkmaya çalışmakta, buna karşın Trump seçimi kazandığı takdirde bu savaşlara en kısa zamanda son vereceğini açıklamış bulunmaktadır...

Son suikast girişimi de dahil olmak üzere Trump’ın başına gelen işlerin bu farklılıktan kaynaklandığı ortadadır.

***

Bu tablo, başkanlık seçimi öncesinde Trump’ın yanı sıra Biden’ın da tasfiye edilmesi ve ABD’deki yönetici kliğin neo-liberalizmi ve küresel saldırıları sürdürmeye dayanan programını uygulayacak yeni bir aday çıkarması ihtimalini gündeme getirmektedir...

Yakın zamana kadar Biden’ı desteklemiş olan ABD’nin önde gelen medya organlarında Biden’a “çekil” çağrıları yapan yazıların yayınlanmaya başlanması ve Biden’ın yerine “esmer Hillary Clinton” olarak tanımlanabilecek Kamala Harris’in adının “parlatılması” bu açıdan ilgi çekicidir...

Ancak ne yapılırsa yapılsın şu gerçeği değiştirmek mümkün olmayacaktır:

Ekonomik ve siyasi bir doktrin olarak neo-liberalizm ömrünü tamamlamıştır; uzatma bölümü ne kadar uzun sürerse sürsün onu yeniden canlandırma çabaları sonuçsuz kalacaktır!