Siyaset nedir?..

Sözcüğün “seyis”ten gelen ve bizim geleneğimizde idam cezası ile özdeşleşen arkaik anlamlarını bir tarafa bırakırsak, “siyaset” belirli toplum kesimlerinin belirli amaçları gerçekleştirmek amacıyla oluşturdukları “politik” fikirler ya da planlar toplamıdır...

Eğer bir toplumda “siyasal demokrasi” varsa, o zaman siyaset alanında egemen olan tek bir siyasal güç yerine değişik toplum kesimlerinin ve onların oluşturduğu örgütlerin bir arada bulunabilmesi ve hukuki alanda eşit bir biçimde mücadele edebilmesi gerekir...

Bizde ya da dünyanın başka ülkelerinde bu olay ne kadar gerçekleşmiştir o ayrı bir mesele, ama olması gereken budur!

***

Geçmişte siyasal demokrasinin var olduğu ülkelerde toplumdaki belli başlı sınıfsal ve sosyal güçleri temsil eden siyasi partiler şöyle ya da böyle bir arada bulunabiliyor ve temsil ettikleri sınıf ya da sosyal katmanların çıkarları uğruna aralarında mücadele edebiliyorlardı...

Egemen sınıf ya da sınıfları temsil eden partiler ile emekçi sınıf ve tabakaları temsil eden partiler bu mücadelenin ana eksenlerini oluşturuyordu...

Bu partiler, temsil ettikleri kamplardaki farklı eğilimler doğrultusunda bölünseler bile en azından zaman zaman temsil ettikleri sınıf ve tabakaların diğer temsilcileriyle ortak çıkarlar etrafında ittifaklar kurabiliyordu...

Hiç kuşkusuz bazen bir partinin temsil ettiği sınıfın çıkarlarına ihanet ederek karşıt gücün safına geçtiği de oluyordu. Ama bu tür olaylar istisnai ve geçici bir nitelik taşıyor; o parti bir süre sonra temsil ettiği sınıfın etki alanından çıkarak etkisini yitiriyordu.

***

Ne var ki “küreselleşme” bu kuralı bozdu...

1980’lerde teorik olarak işçi sınıflarının egemen olduğu “sosyalist ülkeler” (teorik olarak diyoruz, çünkü pratikte bu ülkelerde zamanla işçi sınıfının yerini bürokratik egemen kastlar almıştı) ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkeler karşısında gerileme sürecine girdiklerinde siyasete “neoliberalizm” adı verilen bir “virüs” musallat oldu...

ABD’nin Reagan, İngiltere’nin Thatcher tarafından yönetildiği dönemde bu sistem kimi zaman askeri darbeler kimi zaman “işbirlikçi hükümetler” aracılığıyla tüm kapitalist ve bağımlı ülkelere ihraç edildi...

1990’lı yıllarda “sosyalist” ülkelerdeki bürokratik kastlar da kendi rejimlerini ilga ederek neoliberal politikalara teslim olunca, tüm dünyada siyaset alanları çok partili ama demokratik olmayan sistemler ve hepsi de esas olarak ekonomide “liberal”, siyasette “postmodern” politikaları savunan partilerle doldu. Eskinin “sağ” ve “sol” kavramlarının bir noktadan sonra anlamını yitirmesinin nedeni buydu!

***

Türkiye’de bu dönüşüm esas olarak 1980 yılında ABD ve onun denetimindeki uluslararası ekonomik kuruluşlar tarafından empoze edilen 24 Ocak kararlarının alınmasıyla başladı...

Bu kararların uygulanabilmesi için “eski” sistemden kalan tüm partileri tasfiye eden ve emekçi sınıfların tüm sendikal ve sosyal örgütlerini yok eden 12 Eylül askeri darbesi yapıldı...

Bu darbeyi yapan cuntanın başı olan Kenan Evren, bu rolleri ile şöyle övündü: “Biz olmasaydık 24 Ocak kararları uygulanamazdı”!

***

12 Eylül’den sonra “demokrasiye” dönüldü; ama “24 Ocak ruhu” baki kaldı... “Demokrasi”, bizde 12 Eylül’den önce de özürlüydü, ama bu yeni demokrasi hepten garip bir rejim oldu. Bu rejimde hangi partilerin kurulacağına ve bu partileri kimin kuracağına cunta karar veriyor, “sakıncalı” görülenler (bunlar arasında “eski” politikacıların neredeyse tamamı da vardı) siyasi partilere üye bile olamıyor, bu partilerin hepsi 24 Ocak kararlarının devamı niteliğindeki politikaları savunmakla yükümlü kılınıyordu...

Bir süre sonra “eski” siyasi liderler bir referandumla yeniden siyaset alanına döndü, ama onlar da artık zamana uymuş ve “neoliberalizm/postmodernizm” afyonunun etkisi altında “sınıfsal ve ulusal çıkarlar” gibi “eskimiş” kavramları bir kenara atmışlardı...

Bu “yeni demokrasi” ortamında bazıları yurtdışından transfer edilen ithal edilen “nevzuhur” politikacılar eski politikacıları emekliye sevk ederek partilerin başına geçiyor, bir zamanlar ‘toprak işleyenin su kullananın’ sloganıyla köylülerin gönlünde taht kuran Ecevit gibi bir politikacı Dünya Bankasından görevli gönderilen Kemal Derviş gibi “tasfiye memurunu” kurduğu hükümete “dışarıdan” ithal edebiliyordu. Bu zat da bir “tarım reformu” yaparak köylünün aldığı tüm destekleri kaldırıyor ve bu paralarla sahipleri tarafından soyuldukları için batan bankaları kurtarıyordu!..

Siyaset meydanı artık gerçek siyasal ve toplumsal toplulukların kendi çıkarları doğrultusunda belirli kurallar altında mücadele ettikleri bir alan olmaktan çıkmış, tek bir senaristin yazdığı oyunda kendilerine düşen rolleri oynayan aktörlerin doldurduğu bir vodvil sahnesine dönmüştü...

Bu yeni sahnede eskinin sol partileri yerlerini “mikromilliyetçi” ya da mezhepçi örgütlere “demokratik kitle örgütleri” de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri tarafından fonlanan sözde “sivil toplum kuru- luşları”na devretmişlerdi.
(Devam edecek)