Bugünlerde Şeyh Sait tartışması yeniden alevlendi...
Türkiye’nin gittiği yöne baktığımızda buna hiç şaşırmıyoruz...
Bakınız Şeyh Sait’in torunu Mehmet Kasım Fırat bu tartışmanın tam ortasında ne diyor:
“Balkanlar ve Kafkaslar’dan sürülen Rusların kılıç artıkları bu ülkeye bela oldu. (...) Osmanlının bakiyesinden başımıza bela olan bu gurüh, Balkan ve Kafkaslar’dan sürülen Rusların kılıç artıklarıdır. Aslında bunların Türklükle de alakası yoktur. (...) (Ulusal) Kurtuluş Mücadelesi(nin) 1919’da başlayıp bir yıl içerisinde başarıya ulaşması da bunun bir proje olduğunu bizlere göstermektedir.”
***
Yani Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bu ülkeye bela olmuşlar (!), ulusal kurtuluş savaşımız bin “İngiliz projesi” imiş ve Şeyh Sait ve arkadaşları bu projeye karşı ayaklanmışlar!..
Bu sözlere kızıp öfkelenebilirsiniz, ama neticede bu sözler o ayaklanma sonunda idam edilen bir insanın torununun öfke dolu sözleridir; esas önemli olan ise bu kişinin yaptığı açıklamanın sonunda söylediği şu sözlerdir:
“Günümüzde Kürt toplumunda Marksistinden, Liberaline, Müslümanından, gayrimüslümüne hatta radikal sayılabilecek bazı ideolojilerin Şeyh Said Efendi ve Arkadaşlarına sahip çıkıp önemli bir duruş sergilemeleri manidardır.”.
***
Evet, gerçekten de günümüzde bu görüşler Marksist geçinenler, “hatta radikal sayılabilecek bazı ideolojilerin” mensupları da dahil olmak üzere toplumun azımsanmayacak bir kesimi tarafından savunulmaktadır...
Bu nasıl mümkün olmuştur?..
Ne olmuştur da, bir zamanlar tüm “Marksistler ve radikal sayılabilecek ideolojilerin mensupları” Şeyh Sait’i gerici bir cumhuriyet düşmanı olarak tanımlarken günümüzde bunların önemli bir bölümü fikir değiştirip onun isyanını “demokratik bir hareket” olarak tanımlamaya başlamışlardır?
***
Günümüzün neredeyse genel geçer hale gelen iki paralel ideolojisini, post-modernizmi ve neo-liberalizmi anlamadan bu olayı anlamak mümkün değildir...
Çünkü şeriatçılarla bazı “marksistleri”, cumhuriyet düşmanlarıyla sosyalist hatta komünist geçinen bazı siyaset önderlerini bir araya getiren şey, ABD odaklı ideolojik mihraklar tarafından tüm dünyaya yayılan bu iki siyasal/ideolojik akımdır...
Bu akımlar, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yaşanan ideolojik ve siyasal deprem ortamında pusulayı şaşıran ve kendilerine yeni bir yön arayan bir çok “eski marksisti” de etkisi altına almış bulunmaktadır.
***
Post-modernizm adı verilen akım, “modernizm” olarak nitelenen bir dünya görüşünün inkârı temelinde geliştirilmiş bir fikirler karmaşasıdır...
Neo-liberal “piyasa ekonomisi” fikrinden de güç alan post modernistlere göre, dünyada üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak şekillenen faklı sistemlerin eklemlenmesiyle bir gelişim yaşandığı, siyasal mücadelelerin kızıştığı dönemlerde bu gelişimin siyasal devrimleri doğurduğu, bu devrimlerin “ilerleme” olarak nitelenebilecek bir gelişme yarattığı fikri yanlıştır. Dolayısıyla dünyada farklı siyasal ve ekonomik sistemler arasında sınıfsal ayrımlara dayalı bir tercih yapılamaz. Yaşanan siyasal olayların tümü kültürler ve medeniyetler arasındaki ilişki ve mücadelelerin sonucudur. Bu mücadelenin en güçlü ülkeler (yani ABD ve AB) tarafından “yönetilmesi”, daha doğru bir deyişle koordine edilmesi doğaldır; çünkü aksi takdirde “siyasal devrimler ve bunlara bağlı olarak farklı ekonomik sistemler” doğabilir ve küresel sistemde bozulmalar olur...
Bu görüşler, Samuel Huntington gibi ABD’li teorisyenler tarafından “Medeniyetler Mücadelesi” adı altında yaygınlaştırılmış, Sovyetler Birliği’nin yıkılışını izleyen dönemde sosyalizm vb. “otoriter” sistemlerin dünya düzenini nasıl bozduğunun kanıtları olarak pazarlanmıştır. Bu durumun panzehiri olarak Büyük Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı projelerinde örnekleri görülen “Amerikan tarzı demokratikleşme süreci” önerilmiştir.
***
Bu dönemde sosyalizmden umudunu kesen bazı eski marksistler ve 12 Eylül döneminde yurt dışına çıkarak orada önce post-modernizmin, daha sonra emperyalist odakların desteklediği mikro milliyetçi ve mezhepçi akımların etkisi altına giren bazı eski devrimciler de “demokratikleşme” sözcüğünün cazibesine kapılarak bu kervana katılmışlardır...
Bunlar, ülkemizde otoriter rejimlerin savunucuları olarak gördükleri “cumhuriyetçi” ve “Kemalist/Ulusalcı” akımların etkisini kırmak için tezgahlanan ABD ve FETÖ kaynaklı operasyonlar olan Ergenekon vb operasyonları alkışlamışlar, cumhuriyet karşıtı ayaklanmalara “demokratik hareketler” olarak övgüler düzmüşler ve “Yetmez ama evet!” sloganıyla bu operasyonların daha ileri noktalara götürülmesini istemişlerdir. Dahası, bunlar, dünyayı kasıp kavuran “Soros demokrasisini” gerçekten demokrasi zanneden 12 Eylül ortamında yetişmiş tecrübesiz gençleri de etkilemeyi başarmış ve eski Doğu Bloku ülkelerindeki neo-Nazi hareketleri demokratik hareketler olarak lanse ederken “ulusalcılık”, “cumhuriyetçilik” gibi kavramları gericilik ve faşizm ile özdeşleştirmeyi başarmışlardır...
Mehmet Kasım Fırat’ın bahsettiği Şeyh Sait destekçisi “Marksistler, Liberaller, hatta radikal sayılabilecek bazı ideolojilerin mensupları” bunlardır.