'Türkiye bir çöplük' dedi ağzını doldurarak… Sesinde istese de bastıramadığı derin bir öfke hatta zor zapt ettiği hınç vardı. Gözlerini Türkiye'ye kapatmıştı, sanki 'görüp göreceğim ne varsa hepsini gördüm' der gibiydi. Her sözünde bitmiş bir umut saklıydı, yüreğinde kurşun ağırlığında çökmüş kırgınlık ve kaygı vardı.
'Bu ülkede bana bir gelecek var mı?' diye sordu.
Uzun uzun anlatmak istedim. 'İstanbul dünyanın incisidir. Ege'de topraktan bereket fışkırır, aynı anda dört mevsimi birden yaşarsın. Doğası güzeldir, her yöresinde ayrı bir kültürel renk bulursun. İş de olur aş da… Sorunlarımız var ama çözeriz. Yine, yeniden kurarız kentleri' dedim. Hiç oralı olmadı bile.
'Ben kendimi çok yorgun hissediyorum' diyerek araya girdi.
20'li yaşlarda, daha hayatın başındaki bir gençte hiç de olağan sayılamayacak bu yorgunluğu garipsesem de anlıyordum. Zamansız bitkinliğinden ızdırap duydum.
22:30 olmuş saati göstererek 'Bak bu saatte kurstan geliyorum, daha iyi bir gelecek için. Ancak kaldırım ortasındaki direği, acaba başıma bir iş gelir mi diye korkarak bindiğim minibüsü, çok çalışmama ve başarılı olmama rağmen parti torpiliyle benim önüme geçecek olan yandaşları düşündükçe bunalıyorum. Betona boğulduğum için nefes alamadığımı hissediyorum. Bu zevksizlikten, kabalıktan, kullanılan ötekileştirici dilden ürküyorum. Bu kadar mı değersiz insanlarız? Benim emeğimi fark edecek, hakkını verecek bir iktidarımız neden yok? Bir kitap almak için neden kılı kırk yaran hesaplar yapıyorum?'
Sustum, bu ülkeye dair tüm duygu bağlarını koparmış bir genç vardı karşımda. Ruhu, çoktan uçmuştu buradan. Öylesine acı verdi ki… Gözlerinden kederden kederlendim.
'Yer niye yerinde duruyor?' dedim. 'Gök neden bu kadar suskun?' Oysa geleceğinin çalındığını düşünen bu genç için kıyamet çoktan kopmalıydı. Dağların hepsi bir yanardağ gibi lavlarını püskürtmeliydi. Fırtınalar içinde kalmalıydık' diye düşündüm.
Erasmus programıyla gittiği Avrupa ülkesinde gördüğü düzenden, soluduğu özgürlükçü havadan büyülenmişti bu pırıl pırıl genç. 'Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm' diyen Ziya Paşa'nın halet-i ruhiyesine sahipti.
Ülkesi bir virane idi. Viranede de bülbüller ötmezdi.
Ziya Paşa'nın gazeli yüzyıllardır değişmeyen gerçekliklerimizi ne güzel anlatır:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm
Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de
Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm
Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbalar ne işrethaneler gördüm
Cihan namındaki bir maktel-i ama yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm
Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin
Bu işretgehte ben çok durmadım amma neler gördüm
Derler ki, 'gördüğünden geri kalmayasın'.
Atalarımız ne de güzel söylemiş değil mi?
Türkiye şimdi dünyayı gören ve o gördüklerini talep edenlere, ilk fırsatta 'cebindeki telefonun fiyatı nedir?' diye soranların yarattığı bayağılığın içinde debeleniyorken, ruhu çoktan ülkesini terk etmiş gençlerinin yasını tutacak idrakten bile yoksun.