Önceki yazımızda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Batı dünyası” ile “iyi ilişkilerini” korumaya çalışmasına rağmen ‘Batı’nın Türkiye’yi “demokratik yollardan hizaya getirme” politikasından vazgeçmediğini söylemiş...

Özgür Özel’in ise bu “hizaya getirme” operasyonunu kendisi için bir fırsat olarak gördüğünü sözlerimize eklemiştik...

Yazımızı şu sözlerle sonlandırmıştık:  “Batılı sosyal demokrat partiler de Sosyalist Enternasyonal’in Başkan Yardımcılığına getirerek onu teşvik ediyor. Ancak Özel şunu unutmamalıdır; bu tür ‘rütbeler’ Batı dünyası nezdinde “ağza çalınmış bir parmak bal”dan öte değer taşımaz. ‘Batı dünyası’ evvel ezel Türkiye Cumhuriyetinin kendisine karşı verilen devrimci bir mücadele sonucunda kurulduğunu unutmamıştır ve bu yenilginin acısını aradan yüz yıl geçse bile çıkarmakta kararlıdır.”

***

Özel belki unutmuştur, o nedenle biz tekrar hatırlatalım:16 Mayıs 2013 tarihinde Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Brüksel’de ikili bir görüşme planlamışlardı. Görüşme Kılıçdaroğlu’nun Suriye politikası nedeniyle Erdoğan’ı eleştiren sözlerinden dolayı Swoboda tarafından son anda iptal edilmişti. Daha sonra AP heyetiyle CHP heyeti bu konuya ilişkin ortak bir açıklama yapılması konusunda anlaşmaya varmış, ancak Swoboda, CHP liderinin bu açıklamanın yayınlanmasını istemediğini iddia ederek Kılıçdaroğlu’nu kapıdan geri çevirmişti. Swoboda, bu olayı “Kendisi ofisime doğru geliyordu ve çalışanlarım ona bu şartlar altında yararlı bir görüşme yapılamayacağını ilettiler" sözleriyle övünerek anlatmıştı...

Lafın kısası. Dün sosyal demokratları Erdoğan’ı eleştirdi diye kapıdan çeviren Batı bugün “sağcı” Erdoğan ile çelişkiye düşmüştür ve “solcu” Özel’e göz kırpmaktadır; yarın Erdoğan ile AB yetkilileri anlaşırlarsa, hiç kuşkusuz Kılıçdaroğlu’nun başına gelen şey Özel’in de başına gelecektir!

***

Bu gerçeği bu memleketin namuslu aydınları öteden beri görmüş, Batı ile ilişkilerimizin karşılıklı çıkarlar üzerine değil Türkiye’yi “uydulaştırma” siyaseti üzerine kurulu olduğunu söyleyerek hem “sağı” hem de “solu” “Batı”ya karşı “Müdafaa-i Hukuk” anlayışı üzerinde birleşerek ülkenin menfaatlerini birlikte savunma konusunda uyarmışlardır...

Bu yazımızın başlığını kendisinden ödünç aldığımız Attila İlhan bu aydınlardan biridir...

İlhan, “Batı’nın Deli Gömleği” başlığı altında yayınlanan kitapta derlenmiş 13 Temmuz 1977 tarihli yazısına “Emperyalizme karşı Müdafaa-i Hukuk” başlığını koymuş ve şu uyarıyı yapmıştır:

“Bu bakar görmezleri ikiye ayırmak gerekir, kimisi sağdadır bunların, Türkiye’nin kapitalistlerin himmetiyle kalkınacağına inanır, bu konuda en büyük yardımın Amerika’dan geleceğine yemin ederler. Kanılarınca Türkiye ile Amerika’nın ilişkilerini eleştirenler de ya haindirler ya casus; kimisi de soldadır bakar görmez takımının, bunlar da iktidardaki sağcıların alayını Amerika’nın bir dediğini iki etmez uşağı beller, yaptıklarının ülkeye hiç yaramadığını, bizi sürekli batırdıklarını, buna Amerika’nın sözlerini itirazsız uygulamalarının neden olduğunu iddia eder. Her iki yan da yanılmaktadır, zaten bakar görmez olmaları da bundan değil mi?”

***

Attila İlhan’ın yazısının yayınlandığı tarihte iktidarda Süleyman Demirel tarafından kurulmuş “sağcı” bir hükümet vardı. O hükümetin Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon Dünya Bankası ile görüşerek Batı’nın Kıbrıs harekatından sonra kıstığı kredi musluklarının açılmasını istemişti. İlhan, yazısında Dünya Bankası’nın üst düzey bir yetkilisinin bu temas hakkında yaptığı şu açıklamayı da aktarıyor:

“Biz onlarla görüştük. Biz derken Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve buradaki (New York’taki) bankacıları kastediyorum. Onlara Kıbrıs’ta taviz verdikleri takdirde durumu gözden geçireceğimizi söyledik. Türkler bu önerimize çok gücendiler. Hiçbir şey söylemediler. Fakat çok kızmışlardı. Hiçbir teklifimizi cevaplandırmadılar.”

1978 yılına gelindiğinde bu kez CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in kurduğu hükümet Batılı” müttefiklerimizle Kıbrıs Harekatından sonra Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunun kaldırılması konusunda başvurdu...

Cevap yine olumsuz oldu...

Bunun üzerine Ecevit, BBC’nin kendisiyle yaptığı bir röportajda, “Deniz aşırı bir ülkenin kongresinin insafına bağlı halde duramayız. Başımızın çaresine bakmak durumundayız. Muhakkak bunun bazı siyasi sonuçları olacaktır.” dedi. Ecevit’in bu sözleri üzerine muhabir, “Bu bir ultimatom mu?” diye sordu. Ecevit, bu soruya “NATO’ya yapacağımız katkı, NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine katkısıyla orantılı olacak, bu kadar.” cevabını verdi.

***

Ambargo, bu “ültimatom”un ardından “mecburen” kaldırıldı. Ama ABD (Batı) bu olayı da unutmadı. Olayın cereyan ettiği dönemin hemen ardından Türkiye’de ekonomik bir kriz ve büyük provokasyonlar yaşandı. Bu ortam, ABD’nin “our boys” (bizim çocuklar) olarak nitelendirdiği Kenan Evren başkanlığındaki askeri cuntanın tezgahladığı 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçelerini hazırladı...

12 Eylül darbecilerinin yaptığı ilk iş Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini sağlamak, “sağcı”,”solcu” demeden tüm siyasi partileri kapatmak, Ecevit, Demirel ve Erbakan gibi zaman zaman ABD çizgisinden sapan politikacılara siyaseti yasaklamak oldu...

Gerçi bu politikacılar “sivil idare”ye geçilince yapılan bir referandum sonucu tekrar siyaset yapma hakkını kazandılar; ama derslerini aldıkları için bir daha ABD’nin çizdiği çizginin dışına çıkmadılar. Siyaset sahnesi de o günden bugüne “Batı karşıtlarına” hep kapalı kaldı.