Önceki yazımızda Cumhuriyetimizin Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenen dış politikasının temellerinin II. Dünya Savaşı sonrasında giderek bir kenara atıldığını...
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve onun devamı olan “Arap Baharı” sırasında Türkiye’nin NATO ve bu savaşı körükleyen Batılı devletler tarafından önce Irak, daha sonra Suriye’de çatışmanın içine çekilerek güney komşumuzla düşman hale getirildiğini, sonra da “uçak krizi” gibi büyük bir kriz çıkınca Rusya gibi bir güç karşısında yalnız bırakıldığını söylemiş...
“Neyse ki, bu sonuçlardan ders çıkaran AKP iktidarı Ukrayna’da Türkiye’ye hazırlanan tuzağa düşmedi. Ekonomik çıkarlarımıza darbe vuracak “Rusya’ya karşı yaptırımlar” zorlamasına direndi. Bu tuzağın bir parçası olan Montrö Anlaşmasını delme girişimlerine izin vermedi. Çin ve Türkiye arasındaki iyi ilişkileri bozmak isteyen ABD’nin Sincan kışkırtmasına kapılmadı. Son olarak İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı çıkarken bu tutum nedeniyle ABD ve Batılı emperyalist ülkelerden gelen tepkilere göğüs gerdi” demiştik.
***
Dış politikamızdaki bu değişim, hiç kuşkusuz iç politikayı FETÖ’yü, dış politikayı PKK’yı kullanarak dizayn etme çabalarına karşı duyulan tepki ile yakından ilişkilidir...
Ancak tek kutuplu olmaktan çıkarak “çok kutuplu” hale gelmekte olan dünyadaki değişimler de en az “iç faktör” kadar önemlidir...
Çin ve Rusya’nın etrafında oluşan “çok kutupluluk hareketi” Sovyetler Birliği ve “sosyalist” ülkelerin yıkılmasının ardından kendisini dünyanın efendisi olarak gören ABD emperyalizmine kafa tutmaya devam eden Küba, Venezuela, İran, Kuzey Kore gibi ülkelerin yanı sıra özellikle son on yılda Suudi Arabistan’dan Katar’a, Latin Amerika’nın Brezilya ve Kolombiya gibi en “Amerikancı” ülkeleri etkisi altına almış ve Afrika’nın eski sömürgelerine kadar uzanan bir çok ülkeyi etrafında toplamış bulunmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS+ gibi uluslararası ekonomik ve siyasal güçler bu gelişmeler sonucunda ortaya çıkmış, ABD’nin NATO ve Batı Avrupa ülkeleri ile birlikte sözü edilen ülkelere karşı giriştiği ekonomik yaptırımlardan vekalet savaşlarına ve darbe girişimlerine kadar uzanan sınırlama ve dağıtma hareketleri Rusya ve Çin tarafından etkisiz hale getirilmiştir.
***
Türkiye  de bu gelişmelerden etkilenmiştir...
Hatırlanacağı üzere ülkeyi 22 yıldır yöneten AKP, “tek kutuplu dünya”nın koşullarına uyarak o dönem ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eş başkanlığına” talip olmuş, ABD ile birlikte “Arap Baharı”nda Suriye rejimini değiştirme çabalarına girişmişti...
Bu yanlıştan dönmeye ve daha dengeli bir dış politikaya yöneldiğinde ise iktidarının başlangıcında her türlü imkanı tanıdığı FETÖ’nün ABD ve NATO kaynaklı komplolarına ve darbe girişimlerine maruz kalmıştı.
***
AKP iktidarı, bu gelişmeler sonrasında ABD ve Batı’nın FETÖ ve PKK’yi kullanarak Türkiye’yi bölgesel savaşlar içine çekme ve bölme girişimlerine tepki duymuş, ABD ve NATO’nun Ukrayna savaşına Türkiye’yi dahil etme (en azından Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlara katılmasını sağlama) yönündeki çabalarına karşı çıkmıştır...
Cumhurbaşkanı Erdoğan, her ne kadar bu savaşta Ukrayna’yı haklı bulduğunu açıklasa da yaptırımlara katılmayarak “tarafsızlık” pozisyonunu korumuş, iki ülke arasında barış sağlamaya yönelik hamleler yapmış, böylece Rusya’nın etrafındaki ekonomik kuşatmanın yarılmasına katkıda bulunmuştur...
Yakın geçmişte Rusya ve İran ile birlikte Suriye’de barışı sağlamayı amaçlayan Astana Sürecinin başlatılması, günümüzde Suriye hükümeti (Esad yönetimi) ile yeniden barışma ve ilişkileri düzeltme girişiminde bulunulması da ABD planlarının bozulmasında etkili olmuştur.
***
Bütün bu süreçte Türkiye’nin dış politikasının “Batı odaklı” olmaya devam ettiği, ABD ve AB’ye ekonomik bağımlılığın sürdüğü, NATO’nun 15 Temmuz darbe girişimindeki rolü konusunun suskunlukla geçiştirildiği, Batı dünyasının finans sisteminden gelecek sıcak para uğruna ekonomik tavizler verildiği doğru olsa da AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı ile günümüz arasında dış politikada bazı olumlu değişimler yaşandığı, “eş başkanlıktan denge politikası”na yönelindiği, ABD ve Batı Avrupa’nın etkisinden kurtulmaya yönelik bazı arayışlara girildiği de bir gerçektir...
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın son BRICS+ toplantısında bu topluluğa katılma isteğini dile getirmiş olması bu arayışların devam ettiğini göstermektedir...
Yine ABD ve Batı Avrupa’nın tüm baskılarına karşın İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım hareketine karşı alınan tavır da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.
***
Bu tablo, ülkede iç siyasi çelişme ve rekabetlere karşın iktidar ve muhalefetin ana güçleri arasında asgari müşterekler temelinde ortak tutumlar geliştirilebileceğini, en azından bizim “yeni bir Misak-ı Milli” olarak adlandırdığımız “ulusal çıkarlar temelinde belirlenecek ortak noktalar” etrafında bir mutabakat sağlanabileceğini göstermektedir...
Ancak objektif koşulların böyle bir imkan sağlaması tek başına yeterli değildir. Bu uzlaşma için iktidarın “kutuplaştırma” siyasetini terk etmesinin yanı sıra muhalefetin de (özellikle ana muhalefetin) dış politikasını “Batı odaklı” olmaktan çıkarıp “ulusal” temellere oturtması gerekmektedir...
Bir sonraki yazımızda bu konuyu ele alacağız. 
(Devam edecek)