Önceki yazımızda, Türkiye’nin dış politikasının “Batı odaklı” olmaya devam ettiğini, ABD ve AB’ye ekonomik bağımlılığın sürdüğünü, NATO’nun 15 Temmuz darbe girişimindeki rolü konusunun suskunlukla geçiştirildiğini, Batı dünyasının finans sisteminden gelecek sıcak para uğruna ekonomik tavizler verildiğini hatırlatmış...
Buna karşın AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı ile kıyaslandığında son birkaç yıldır dış politikada bazı olumlu değişimler yaşandığını, “eş başkanlıktan denge politikası”na yönelindiğini, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişkiye geçilerek ABD ve Batı Avrupa’nın etkisinden kurtulmaya yönelik arayışlara girildiğini söylemiş ve bu tablonun, ülkede iç siyasi çelişme ve rekabetlere karşın iktidar ve ana muhalefetin “ulusal çıkarlar temelinde belirlenecek ortak noktalar” etrafında bir mutabakat sağlaması için objektif bir temel oluşturduğunu belirtmiştik...
Yazımızı, “Ancak objektif koşulların böyle bir imkan sağlaması tek başına yeterli değildir. Bu uzlaşma için iktidarın ‘kutuplaştırma’ siyasetini terk etmesinin yanı sıra muhalefetin de (özellikle ana muhalefetin) dış politikasını ‘Batı odaklı’ olmaktan çıkarıp ‘ulusal’ temellere oturtması gerekmektedir.” sözleriyle bitirmiştik.
***
Ne demek istediğimizi anlatabilmek için Türkiye’nin 2003 yılı başında, ABD’nin Irak’ı işgalinin hemen öncesinde yaşadığı ortamı ve iki büyük partinin, AKP ve CHP’nin pozisyonlarını hatırlatalım...
O günlerde ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkan DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit başkanlığında kurulmuş olan DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti ABD’nin mutemet adamı “Ekonomiden sorumlu bakan” Kemal Derviş’in “bölme operasyonu ile dağıtılmış, yeni kurulmuş olan AKP, ABD’nin de desteğiyle tek başına iktidara gelmişti.  Irak’ın işgaline Türkiye’nin de katılmasını amaçlayan tezkere bu koşullarda AKP tarafından  1 Mart’ta Meclis’e sevk edilmişti. Buna karşılık, CHP Genel Başkanı olan Deniz Baykal tezkerenin görüşülmesinden önce TBMM’de yaptığı etkili bir konuşma ile tezkereye karşı çıkmış, bunun sonucunda konuşmadan etkilenen bazı AKP’li milletvekillerinin de ret oyu vermesi sonucu tezkere yeterli kabul oyunu alamamıştı...
Yani o dönemde AKP  Büyük Ortadoğu Projesini savunmakta, CHP ise Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini savunarak bu projeye karşı çıkmaktaydı...
Hiç kuşkusuz, bu durumda asgari müştereklerde bile olsa iki parti arasında herhangi bir mutabakat söz konusu olamazdı.
***
Bir de bugünkü tabloya bakalım...
Günümüzde AKP iktidarı ABD ve Batı Avrupa’nın etkisinden kurtulmaya yönelik bazı arayışlara girmiş, bunun sonucunda Rusya ve Çin ile iyi ilişkiler geliştirmiştir...
CHP ise Kılıçdaroğlu döneminde tam tersi bir “değişim” geçirmiş, ABD ve Batı’nın Ortadoğu, Çin ve Rusya’ya karşı yürüttüğü mücadelede tavrını ABD ve Batı Avrupa’dan yana belirlemiştir... 
Bu durum, AKP Ukrayna’da denge politikası izlerken CHP’yi Ukrayna ile birlikte Rusya’ya tavır almaya, S-400 alımını kınamaya, “Mavi Vatan” kavramına karşı çıkmaya sevk etmiştir. AKP İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı çıkarken CHP Çin ve Rusya ile uğraşmakta, İsrail’i soykırımla suçlayan önergeyi Çin’i “Sincan’da soykırım yapmak”la suçlayarak “sulandırmakta” ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesi için ABD ve Batı’dan gelecek baskıya umut bağlamaktadır...
Ne var ki bu değişim, CHP’nin “Kemalist” tabanının taşıdığı eğilim ile çelişmekte ve kendisini hâlâ “Atatürk’ün partisi” olarak tanımlayan ama gerçekte neo-liberal “Batıcı” bir çizgi izleyen CHP içinde yönetime karşı tepki yaratmaktadır.
***
Son cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde CHP’nin önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD ve İngiltere’ye yaptığı “ikna gezisi” sırasında sergilediği tutum ve “Rusya- Ukrayna savaşında Ukrayna’yı desteklemeliyiz” açıklaması onun seçimden sonra parti başkanlığını yitirmesinde etkili olmuştur...
“Kılıçdaroğlu ekolü”nden gelen Özgür Özel ise CHP’nin tarihsel çizgisini açıkça inkâr etmemesine karşın bu konuda “ikircikli” bir tutum takınmıştır. O nedenle de Kılıçdaroğlu döneminde CHP’nin dış politikasını belirleme görevini tekellerine almış olan eski ABD ve İngiltere büyükelçilerinden oluşan ekip halen etkili pozisyonunu korumaktadır...
Kılıçdaroğlu ise bu güce dayanarak yeniden partinin başına geçmek için çaba harcamaktadır.
***
Kılıçdaroğlu döneminde CHP’nin geçirdiği büyük değişim ve bunun sonucunda partide tarihsel mirasın fiilen reddedilerek “Yeni CHP”nin yaratılması, halihazırda ülkemizde ABD hegemonyasına karşı etkili bir mücadele geliştirilebilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir...
İşin daha vahim tarafı, ülkemizde halihazırda AKP’nin izlediği ekonomik politikalara karşı gelişen tepki nedeniyle “birinci parti” haline gelmiş bulunan CHP’yi ABD ve neo-liberalizmin etkisinden çekip çıkaracak bağımsız ve güçlü bir sol mihrak da yoktur. Bu durum, oluşmakta olan “çok kutuplu dünya”da Türkiye’nin güçlü bir uluslararası mihrak olmasını sağlayacak yeni bir Misak-ı Milli” oluşturulmasının önündeki en büyük engeldir...
Bu engelin kaldırılması ve CHP’nin dış politikasının Atatürk döneminde izlenen çizginin rayına oturtulması yalnızca CHP’lilerin değil, tüm yurtseverlerin görevidir.