Milletçe sıkıntılı günlerden geçiyoruz…

Dertsiz, tasasız günler almış başını gitmiş, geride bir çuval dolusu gam, bir o kadar keder kalmış.

Mutluluğa açılan bütün kapılar kapalı…

Gülmeyi unutmuşuz sanki…

Sıkıntılar, dertler yüzünden her kapıyı açan o sihirli anahtarı kaybetmişiz…

Şimdi çaresizlik deryasında çırpınıp duruyoruz.

Onun için suratlar asık…

Bakışlar donuk…

Yoklukların yol açtığı olumsuzluklar, gülmeye değil, tebessüme bile izin vermiyor.

Yaşam yükünün omuzlara yüklediği ağırlık, zihinlerde oluşturduğu karamsarlık, insanlara gülmeyi, hatta tebessüm etmeyi bile unutturuyor.

Ne güzel sözler döktürülmüştür gülmeye, gülümsemeye dair;

-Gülmek en iyi ilaçtır.

--Gülen yüz her kapıyı açan altın anahtardır,

-Gülmek iki insan arasındaki en kısa mesafedir,  

-Gül ki genç kalasın.

Kim istemez ki gülmeyi…

Güzellikleri gülücüklerle taçlandırmayı…

Ama yaşam koşulları bazen tebessüme bile izin vermiyor.

Bir de olmadık zamanda, olmadık koşullarda  gülmeler vardır ki o da sağlıklı bir gülüş değildir.

Fıkradaki gibi;

İşlediği suç nedeniyle idam cezasına çarptırılan adam, hakkındaki hükmün infazı için gecenin ilerleyen saatlerinde hücresinden alınır.

Darağacının kurulduğu yer, cezaevine oldukça uzak bir mesafededir.

Dışarıda ise şiddetli bir yağmur vardır.

Görevlilerin nezaretinde yola koyulur.

Mahkum da, infaz ekibi de sırılsıklam olmuştur.

Yağmur şiddetini arttırdıkça, son demlerini yaşayan mahkum kahkahalarla gülmektedir.

İnfaz görevlilerinden biri dayanamaz ve sertçe çıkışır:

‘’Biraz sonra ölüp gideceksin be adam. Ne diye gülüp duruyorsun?’’

Mahkum sırıtarak yanıt vermiş:

‘’Halinize gülüyorum. Bu sağanak altında siz bir de geri döneceksiniz.’’

Fıkra böyle…

Umalım gülümsetmiştir…

Öyleyse şayet, zorlayıp da ‘’gülüşünüz’’ demeyelim ama en azından ‘’gülümsemeniz’’ eksik olmasın diyerek söze nokta koyalım..