Günlerdir TV kanallarında olanı biteni dehşet ve hayretle izliyoruz. “Bize ne oluyor böyle?’’ diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Her Allah'ın günü bir olay, bir acı ile uyanıyoruz.
Bebeklere nasıl kıydınız, bu vicdansızlığı nasıl yaptınız derken; yangın gibi bir felaket yaşadık bu kez de. Bu acı ile bizi karşı karşıya bırakanları da asla bağışlamıyoruz…
Peki nasıl bu hale geldik? Önce birbirimizden, sonra da hayattan koptuk. Bireyler mutlu olursa, toplum mutlu olur. Toplum mutlu olursa, herkes huzurlu olur. Yolda yürürken mutsuz-asık suratlar değil de gülen yüzler, mutlu bireyler görmek istiyoruz. Zira, mutlu bireyler, mutlu toplumları oluşturur. Bizi çaresizliğe götüren çözümsüzlüğe değil, çözüme götüren sağlıklı, kaliteli bir iletişime yönelsek, motive olsak, odaklansak acılarımız, kayıplarımız da o oranda azalır!” diye düşünüyorum. Ama olmuyor.
Türkiye toplumu ister etnik topluluklar, isterse yaşayış biçimi ve kültürleri toplamı olarak ele alınsın, her iki durumda da farklı unsurlar arasında bir kaynaşma, bir birlikte yaşama geleneği, bütünlüğü sağlayacak bir güç olarak oluşamamış. 80’li yıllarda özellikle hızlanan bir süreç içinde bu birleştirici harç dökülmeye, bağlar kopmaya başlamış, unsurlar ‘yukarıdan’ verilmiş ortak kimlikleri bir yana bırakıp kendi -ve özellikle ‘öteki’ne karşı yaygın ve yoğun bir gerilim oluşturulmuştur.
Çeyrek yüzyıldır ülkeyi yöneten kadrolar toplumsal sorunlara çare olmak yerine, siyasi anlayışlarını bu alanlara değil-beka sorunu diyerek-kendi siyasi iktidarlarını sürdürebilmeleri için başat görev olarak tercih etmişlerdir. Muhalefetin uyarıları dikkate alınmamış, kendi doğrularıyla ülkeyi yönetmeyi yeğlemişlerdir. Düzenler, sistemler en azından kendi içlerinde tutarlı olmak gibi bir özelliğe sahipken Türkiye’nin de 1990’lara kadar kendi kuruluş mantığını koruyarak “evrilen” düzeninden bahsetmek daha doğru bir saptama olacaktır. Ne yazık ki Türkiye toplumunun her düzeyde çözülen parçaları, bu rüzgârın kendi konumlarına ve açık pencerelerine –olayların akışıyla– sürüklediklerinden paylarına düşeni ya da seçtiklerini devşirerek yeniden bir oluş veya duruş sürecine girildiğini görüyoruz.
Türkiye’nin siyasî, iktisadî, kültürel, toplumsal durumuna hangi düzenin geçerli olduğu varsayımıyla bakılırsa bakılsın, dipten doruğa ve en küçük biriminden en kapsamlı kurumuna kadar hemen her yerinde sadece birbiriyle çelişik öğelerin yan yana yer aldığını değil, bunların iç içe geçmişliğini, aralarındaki ilişkilerin hiçbir genel kurala ve ölçüye bağlı olmayıp her tarafta farklı, oynak ve değişebilir olduklarını görüyoruz. Türkiye’nin durum ve ortamı maalesef budur.
Bu durum ve ortamın, yüksek enflasyonun, savaş halinin ve büyük çaptaki iç göçlerin ortak etkisiyle oluştuğu söylenebilir. Giderek bir delilik haline dönüşen bu şiddet ve baskı hali sanki bir akıl tutulması gibi adlandırılsa da artık korkusuzca ipleri eline alacak bir TBMM gerek bize.
Meseleler karşısında nasıl akıl tutulması yaşandığını görebilmek için girdabın dışına çıkmak gerekir. Aklın zaten devre dışı kaldığı olayların içinde dönüp dururken, “Ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz, akıl ve mantık nerede?” diyebilmek de çok zor. Akla hayale sığmayan şeylerin olduğu bu süreçte son sözüm ise; kurumlarımızı siyasallaştırmaktan vazgeçilmesidir. Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi’nde meydana gelen ve 78 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan otel yangını, toplumun ruh sağlığını olumsuz etkiledi. Bu yangın olayı hem fiziksel hem de duygusal olarak yoğun bir deneyimdir. Peki felaketlerden bir türlü ders almamak inadı neyin nesidir acaba?