Şehirler de bir can taşır yorgun bedenlerinde… Kentlerin de belleği vardır.O bellekte neler yoktur ki! Tarihini, doğasını, kültürünü, coğrafyasını, aile yapısını, iş yaşamını, siyasi konumunu, sosyal yaşamını ve gelenek ve göreneklerini buluruz…
Şehirlerin ruhunu kabzeden mimarlar,mühendisler ve müteahhitler vardır.Şehirleri hanlar, hamamlar, saraylar, camiler ve medreselerle donatan ecdadımız insan merkezli yaşam alanları oluşturmuştur.Bizler o sıcak mekânları yok etmiş, yerlerine yenilerini kurarak iyice ruhsuzlaştırmışız…
Bu aslında sözüm ona çağdaş insanın buhranlarının ve ruh çarpıklığının mimariye yansıyan halidir.Bu acı tabloyu örneğin Trabzon’un kıyısında, köşesinde, hatta en merkezi mekanlarında da görebiliyoruz.Nice şehirler, mazisiyle uyumlu şehirleşmenin hasretini çekmektedir.Şehirlerin akciğerleri olan yeşil alanlar sökülüp atılmış, artık kuş sesleriyle uyanamıyoruz uykumuzdan.Munis kuş sesleri yerine bir imalathanenin, bir işportacının, bir okulun sesleri tırmalıyor kulaklarımızı.Tıkış tıkış inşa edilen kentlerde yatak odalarımız bile kem gözlerin bakış menzilinde…Perdeyi bir parça açık bırakma gafleti mahremiyetimize zehirli okların saplanmasına zemin hazırlayabilir. Böyle de olmaz ki, böyle de yaşanmaz ki!...
Bugünkü çarpık şehirler ihmalin, düşüncesizliğin, menfaatin ve aymazlığın prematüre çocuklarıdır. Kuvözlerde yaşatmaya çalıştığımız bu olgunlaşmamış bünye, bizi dünden koparıyor; geçmişle gelecek arasındaki köprüleri havaya uçuruyor.Zira şehirlerin saflığını ve masumiyetini yok ettik hoyrat ellerimizle…
Yedi Kocalı Hürmüz’e döndü yaşam alanlarımız…Seküler bir bakış acısıyla inşa edilen yaşam alanlarımız ruhlarımızı karartıyor ve katılaştırıyor.Şehirlerin kıyametinin senaryosu yazıldı bile… Birileri bu senaryoyu yönetirken, birileri de onun hamiliğini yapıyor.Surun sesi kulaklara değmek üzeredir.
Günümüzde göç, çarpık kentleşme ve değerlerin iflası yüzünden kişilerin yaşadıkları yerle olan bağları iyice zayıflamıştır.Öyle ki gün boyu dolaştığınız şehirde selam verebileceğiniz, derdinizi ve sırrınızı anlatabileceğiniz bir dost simaya hasret kalırsınız. Bu “kendi şehrinde yabancı olmak” deyimini kazandırmıştır(!) lügatlerimize.Yabancı, soğuk yüzler ve donuk bakışlar modern şehirlerin yeni siluetidir.‘‘ İnsan yüzlü şehirler her geçen gün tükenmekte,elimizden kayıp boşlukta yok olmaktadır.”
Ankara’yı ilk gördüğümde dikkatimi çeken Etimesgut’taki radyo antenleri olmuştu. İstanbul’u ilk gördüğümde ise Arabalı vapurlar, Topkapı Sarayı, Kız Kulesi’yle Galata Kulesi, Köprü Altında’ki Uzun Ömer de belleğimdedir hâlâ.
İçinden tren geçen Zonguldak ve Bursa gönül telimi titreten iki kenttir. Yaşamım da önemli yerleri vardır.Elektriği ilk kullanan Uşak, Afyon. Kütahya,Yozgat da var.Samsun’u,Sivas’ı, Amasya’yı,Niğde’yi,Trabzon’u tanıdığım günler de saklı belleğimde.
Hep üçüncü en büyük şehrimizdi İzmir.Şimdi de öyle.Düşündüm ki, İstanbul Osmanlı, Ankara Cumhuriyet,İzmir ise Batılı bir kentti.Rahat, ucuz, kolay bir kent.Selanik’i andırıyor derler; gerçekten de öyle galiba. Nereden mi anlıyoruz? Her yerde Atatürk var da ondan…