Eş dost, tanıdık tanımadık kime rastlasam yolda, dudakları kıpır kıpır.
Zor bir problemi çözmeye çalışır bir halleri var.
Sık sık yüzleri buruşuyor…
Belli ki, durumlar sıkıntılı.
Merakımı, karşılaştığım bir dost giderdi.
Kendi kendine mırıldanmaya ara vererek, selam-sabahı da es geçerek ‘’seninki ne kadar oldu’’ diye sordu.
Kilomu sormuyordu herhalde…
Öyle olsa, artıştan değil, eksilmeden söz ederdi.
Ben, yöneltilen soruyla neyin kastedildiğini düşünürken, yardım eli, yine dosttan geldi, sayma işlemini bırakarak ‘’emekli aylığını soruyorum’’ dedi, ‘’ne kadar oldu?’’ diye de ekledi.
Söyledim…
Yüzündeki kırışıklıklar acı bir haber almışçasına daha da fazlalaştı.
Derin bir iç çekerek ‘’Senin durumun daha da kötüymüş’’ dedi.
Onun çalışma süresi benimkinden çok daha fazla olduğundan, emekli aylığı biraz daha fazlaydı.
Yüzüme baktıkça ağlayacak gibi oldu.
Kendi derdini unutmuşçasına, ‘’Nasıl hala ayakta durabiliyorsun?’’ diye sordu.
Derdime ortak olmak istiyordu mutlaka ama, bir yandan da benden alacağı yanıtın kendisine koltuk değneği olacağı umudunu taşıyor gibiydi.
Fazla uzatmayalım…
O üzgün, ben üzgün yeniden görüşebilme umuduyla ayrıldık.
Kısa süre sonra, dudaklarımın kıpırdadığını fark ettim…
Kafamın içinde sanki rakamlar uçuşuyordu…
Parmaklarım da zorlu bir soruyu çözme gayretindeki ilkokul öğrencisinin parmakları gibi kıpır kıpırdı…
Beni bu hale düşüren çözüm çabasını ‘’yeter be’’ diye sonlandırıp, ‘’maaş zammına’’ lanet okudum.
‘’Bu nasıl bir aylık’’ diye söylendim.
Artmasa sorun…
Artsa daha da büyük sorun…
Sanki, çözümü olmayan bir bilmece…
Eşi yok, benzeri yok…
Patenti bize ait…
Bizim yöneticilere…