O zamanlar Ocak ayını Şubat ayını beklemezdi kar.

Aralık ortalarında, gece uykusundan önce pencereden dışarıyı gözlemek adetti…

Özellikle de öğrenci tayfası…

Yatağa girmeden önce, uykulu gözlerle pencereden son bir bakış atar, gökyüzünden dökülen pamuk tanelerini görünce, belli belirsiz bir gülümsemeyle uykuya dalardı.

Kar demek, mutluluk demekti…

Okulun gide gele buz tutmuş bahçesinde yerlerde yuvarlanmak, kartopu oynamanın keyfini tatmak demekti.

Hele bir de tatil olasılığı varsa…

Evde tutabilene aşk olsun…

Mahallenin yokuşundan kimi kızaklarla, kimi kızak niyetine kullanılan naylon sepetlerle düşe-kalka inişe geçmek yok mu?

Soğuk da ne demek…

Buz kesse ne yazardı…

Öğrenciler için karlı-buzlu günlerin sürpriz hediyesi gibiydi o soğuk ve yağışlı havalar nedeniyle okulların tatil edilmesi…

Karların üzerinde yuvarlanmak, evde dinlenmekten daha iyi gelirdi küçük bedenlere…

Evde tutmak zordu onları…

Zaman zaman büyükler de “boş ver gitsin’’ havasında katılırdı küçüklerin şölenine…

Hem de kızak niyetine evlerinden getirdikleri tahta merdivenlerin üzerine beşer onar binerek…

Yolcuların yarısını, buzla kaplı yokuşun daha ortalarında kahkahalar arasında sağa sola dökerek.

Şimdilerde o manzaralar mazide kaldı…

Kimi yerlerde yapılan zorlama kardan adamlar bile cılızlaştı.

Bir deri bir kemik misali…

Neredeyse ertesi günü görmeden eriyecek.

Dar gelirlilerin aylıklarına yapılan zamlar gibi…

Yokluk artınca hasretlikler de artıyor…

Ete hasret,

Süte hasret,

Sebzeye, meyveye hasret…

Özetle insan gibi yaşamaya hasret…

Hasretlik listesi gittikçe uzuyor…

Ekilen neyse, biçilen de o oluyor.

Şimdi de kara hasret...

Bir o kaldı…

Bir de gecenin karanlığında pencereden dışarıya boş bakışlar.