Cin şişeden çıktı... (II)

Önceki yazımızda Öcalan’ın Bahçeli’nin davetine uyarak “örgütün lağvedildiğini” açıklaması durumunda bunun iktidar blokunun hanesine başarı olarak yazılacağını, DEM Parti içinde ise önemli bir çatlak oluşacağını söylemiş...

“Çünkü bu parti içinde bazıları Öcalan’ın istek ve taleplerini olumlu karşılarken, bazıları kulağını Kandil ve Suriye’den gelecek mesaja çevirecektir. Günümüzde PKK’nin Türkiye ile sınırlı bir örgüt olmaktan çıkıp Suriye ve Irak’ta kolları olan bir ‘konglomera’ya dönüştüğü unutulmamalıdır. Bu ‘konglomera’ ABD ve İsrail’in koruması ve yönlendirmesi altında bulunmaktadır. ABD’nin özellikle kendi ‘kara ordusu’ olarak eğittiği ve donattığı PKK/PYD’nin tasfiyesi fikrini hoş karşılamayacağı çok açıktır.” demiştik.

***

TUSAŞ saldırısı ilk bakışta Bahçeli tarafından dile getirilen projenin sabote edilmesi olarak görülmektedir...

Ancak bu projenin AKP-MHP’den oluşan iktidar blokunun projesi olarak görülmesi durumunda sabotajın boyutları çok daha genişlemekte, bölgenin geleceğini ipotek altına almak isteyen güçlerin bir operasyonu haline gelmektedir...

Tesadüf gibi görünen bir çok olguyu yan yana getirdiğimizde bu tabloyu açıkça görmek mümkündür.

***

Örneğin...

Kahraman Kazan ilçesinde yer alan TUSAŞ tesislerini hedef alan terör saldırısının tam da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kazan’da Rusya Devlet Başkanı Putin ile Türkiye’nin BRICS’e üyeliği talebinin görüşüldüğü saatlerde gerçekleşmesi...

Hedef olarak seçilen TUSAŞ’ın son zamanlarda Türkiye’nin geliştirdiği havacılık teknolojilerinin üretildiği tesis olması, Türkiye’nin ABD ve Batı Avrupa ülkelerine bağımlılığını azaltacak uçak ve helikopter projelerinin bu tesislerde geliştirilmesi “tesadüf” müdür?

***

Haydi buna tesadüf dedik...

Saldırının yıllardır tecrit koşullarında yaşayan Öcalan’a DEP milletvekili Ömer Öcalan ile görüşme izni verilen bir zaman dilimine denk getirilmesi, yapılan görüşmenin ortaya çıkmasının ardından DEM Parti’den uzunca bir süre açıklama gelmemesi de ilginç değil midir? Ömer Öcalan’ın görüşme sonrasında yaptığı açıklamaya göre Abdullah Öcalan Bahçeli’nin konuşmasını olumlu karşılamış ve “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajını iletmiştir...

Buna karşılık PKK saldırısı tam ters yönde etkili bir mesaj vererek, “Bundan sonra Öcalan’ın hükmü geçmez. Gerçek muhatap biziz!” demiştir. Bu mesaj DEM Parti yönetimini iki arada bir derede bırakmış görünmektedir.

***

Bu olayların DEM Parti sözcülerinin ve cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş’ın Bahçeli’nin açıklamasının hemen ardından sergilediği olumlu tutumu değiştirmeyi hedeflediği de düşünülebilir...

Nitekim teröristlerin ikisinin de DEM Parti’nin selefi HDP ile ilişkili olduğu, saldırıyı yapanlardan Mine Sevjin Alçiçek'in 2015 yılında HDP Hakkari Merkez İlçe eş başkanı olarak görev yaptığı ortaya çıkmıştır...

Saldırıyı planlayan PKK yöneticilerinin DEM Parti’nin selefi olan legal bir partide ilçe başkanı olarak görev yapmış bir kişiyi özellikle seçerek DEM Parti’ye “etkili” bir mesaj vermek istedikleri anlaşılmıştır.

***

Bu durumda önceden planlanan bu görüşme sırasında gerçekleştirilen saldırının yalnızca iktidar blokuna ve DEM Partiye değil aynı zamanda çatışmayı şiddet ortamından görüşme zeminine çekmeyi ve bu arada kendini kurtarmayı planlayan Öcalan’a da bir uyarı olduğu görülmektedir...

Nitekim, Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan’ın şu sözleri bu şüpheyi doğrulamaktadır:

“İmralı'ya ulaştığımız zaman Ankara'ya saldırı oluyor. Bunu bir gün içinde çıkartamıyoruz nasıl oluyor? Aynı dakikada aynı saatte, bilemiyorum. Karışık bir şey, buna cevap veremedim. İnsanın kafasını çok karıştırıyor. Ne olduğunu çözemiyoruz, ileride çözülecektir.”

***

Saldırının arka planı çok karmaşıktır...

Böyle karmaşık olayları anlayabilmek için şu soruyu sormak yararlıdır:

“Olaydan kim yararlanacak?”

***

Bu olayın tam da “silahlar sussun; daha fazla kan dökülmesin” düşüncesinin toplumda yaygınlaştığı, yıllardır çözülememiş düşmanlıkların görüşme yoluyla ortadan kaldırılması umutlarının doğduğu, Türkiye’nin tek yanlı bağımlılıklarını sorguladığı ve BRICS gibi yeni alternatiflere yöneldiği bir dönemde gerçekleştiği düşünülürse, failler şöyle tanımlanabilir:

Saldırıyı yapanların gerisine gizlenmiş gerçek failler, “Türkiye’de silahlar susmasın, daha fazla kan dökülsün, savunma sanayisi güçlenmesin, uluslararası alanda yeni arayışlara girilmesin, bize olan tek yanlı bağımlılık devam etsin” diyen, PKK’yi silahlandırıp Türkiye’nin üstüne süren, İsrail’in saldırganlığını teşvik eden, Türkiye’nin başta Rusya ve İran olmak üzere komşularıyla dostluk değil düşmanlık halinde olmasını isteyenlerdir...

Bu tanımın kimlere uyduğu apaçık ortada değil mi!