Yazarların, şairlerin ana uğraşı yazmak zaten… Ama ana uğraşı başka sanat alanları olanların da yazı yazmasını önemsemişimdir. Ressamların, müzisyenlerin, karikatüristlerin…
Üstelik onların yazılarını okurken yazarların yazılarında beklediğim ustalığı beklemem doğal olarak. Sözcükleri yanyana getirmedeki acemiliklerini pek dikkate almam. Olsa olsa editörleri sorumlu tutarım bundan…
***
Şunun için yaptım bu girişi:
Müzisyen Timur Selçuk da bu dünyanın penceresinden bakıp geçenlerden oluverdi. Geçen hafta duruverdi yorulan kalbi.
Müzikleriyle unutulmazlarımız arasına girmişti çoktan da…
Yalnızca piyano tuşlarına değil, daktilo tuşlarına da basardı parmakları. Daktilo diyorum, bildiğimden değil öyle sandığımdan. Çünkü bilgisayarların daktiloların yerini almasından önceydi yazılarının yayımlanması…
Peki nasıl yazılardı onlar?
***
Bir bakmışsınız müzik tarihine dalmış, çok sesli müziğin doğuşundan söz ediyor… Bir bakıyorsunuz Almanya'daki işçilerimizin mutsuzluğundan… Aynı yazının içinde, İstanbul'da bir aydır akmayan sulara getiriyor sözü. İstanbul'u yönetmiş tüm başkanların bundan sorumlu olduğunu söyleyip geçiyor yüksek faizlere, bankerlik denince ilk usumuza geliveren Kastelli'ye, oradan Barış Derneği Davası'na…
'Kastelli faciasının mimarları yeterli dersi almadılar mı? Kastelli'nin tutukluluk süresiyle Barış Davası sanıklarının tutuklu geçirdikleri süreyi düşünmek istemiyorum. Bu nasıl bir hukuk anlayışı?' (Adam Sanat Dergisi, Aralık 1988) diye soruyor.
Tek bir yazısından yola çıkarak söylediklerim bile gösteriyor ki, kurgulanmış bir yazıdan çok günlük tadı taşıyordu yazıları. Daldan dala atlamasıyla, dahası günlüğe ya da mektuba yazılacak bazı şeylerin de yazılarda yer almasıyla… Örneğin bir yazının sonunda şu tümceye rastlayabiliyoruz:
'Memet Fuat ağabey, sizi özledim, hiç göremiyorum, yazıları hep Turgay'a bırakıyorum.'
(Zaten, onu bu yazıları yazmaya sürükleyeninse Memet Fuat olduğunu düşünüyorum. Turgay'sa, şair Turgay Fişekçi elbette…)
'Şarkılar Konuşuyor' başlıklı yazısına ise şöyle başlamış:
'Önce 'merhaba' demem gerekir hepinize. Epey zaman oldu yazılara ara vereli. O arada neler olmadı neler…Kasım ayının başında Sayın Cumhurbaşkanımıza Ankara'da, İstanbul Oda Orkestrası'yla bir konser verdik ve iki gün sonra pasaportumuzu aldık (1980 yılında geri alınmış olan pasaportumuzu).
Çok isabetli olmuş, çünkü Mart ayında Eurovision yarışmasını kazandığımızda pasaportsuz bir orkestra şefi olacaktık. Böylece 'Her işte bir hayır vardır' deyimine bizler de 'Her hayırda bir iş vardır' eklemesini yaptık.'
Yazının yayımlandığı derginin tarihi Haziran 1989. O yıl Eurovision'da (Türkiye için o da tarih kılındı artık!) Türkiye'yi 'Bana Bana' şarkısı temsil etmişti. Şarkının sözleri de ona aitti, bestesi de… Yarışmada iyi bir sonuç alınmasa da, Türkiye'de 16 şarkı arasından birinci seçilmişti.
Ama bakar mısınız, az kalsın şarkıyı yorumlamak için İsviçre'ye gidecek orkestranın şefi pasaport sorunuyla karşılaşacakmış. Çıkamayacakmış yurtdışına bir 12 Eylülzede olarak. Peki nasıl çözülmüş sorun?
12 Eylül'ün 'başı'ndaki kişi Cumhurbaşkanı'yken ona özel verilmiş bir konserden sonra, o Cumhurbaşkanı'nın elinden alınmış bir pasaport ona 'Buyrun!' diyor 'uçabilirsiniz İsviçre'ye…'
***
Timur Selçuk'un yazılarından söz ediyordum. Nasıl da kaydı konu bambaşka bir yere… Onun yazısından söz ederken, yazısının kendiliğinden götürdüğü yerde söylenecek ne çok söz var da… Bir köşe yazısı sınırlarına hepsini sığdırmak zor!
Yazılarının bitişinde hep bir mektubu sonlandırır gibi tek sözcüklük bir tümce kurardı:
'Dostlukla.'
Bu tek sözcüklük uzun mu uzun tümceyle bitireyim sözü. Kulaklarımızda çınlayan '1 Mayıs Marşı'nın, 'Güneşin Sofrası'nın, 'Karantinalı Despina'nın, 'Ayrılanlar İçin'in, 'İspanyol Meyhanesi'nin, 'Ekonomi Bilmecesi'nin, 'Nereye Payidar?'ın anısına…
'Dostlukla.'