Toplumsal gelişme mülkiyet kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte sürekli ilerlemiş, daha çok ekonomik büyüme ile ilişkilendirilmiş, ancak çağdaş dünya toplumsal gelişimi milli gelir ve ekonomik olarak tek başına mümkün olmadığını ifade ediyor.
Örnek olarak Ortadoğu’daki petrol zengini ülkeler gösteriliyor. Buradan hareketle eğer bir ülkede kanunlar, kurallar keyfi olarak uygulanmıyorsa, sanat, düşünce aşağılanıyorsa o toplum gelişmiş kabul edilemez
Demokrasinin hakim olduğu ülkelerde kurallar mutla uygulanır, insan, hayvan ve çevre hakkı hukukun üstünlüğü çerçevesinde güvence altına alınır.
Yani toplumsal gelişme salt ekonomik gelişme ile tarif edilemez. Bunu niye anımsattım Veryansın TV’de izlediğimi Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Meltem Dikmen öğretim görevlisi olarak çalıştığı Bilim Üniversitesi’nde tam bursu olarak hukuk fakültesine giren 55 öğrenciden 50’sinin Cumhuriyet dönemi Başkenti ve ilk anayasayı bilmediğini açıkladı.
İnanılmaz değil mi?
Çevrenizden sizler de gözlem yapabilirsiniz. Son çeyrek asırda Türkiye tersine bir gelişim içerisinde.
Bu her alanda böyle…
Ekonomide, eğitimde, sanatta, yazında, siyasette geri gidiyoruz.
100 yılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyadaki ilk 100’e giren üniversitesi yok. İlk 500 arasına giren Üniversite sayısı ikiyi geçmiyor.
Elbette bunun, ülkeyi yöneten anlayışla doğrudan ilgisi var.
Çünkü iktidar sorgulamayı, şeffaflığı reddediyor.
İlk çağ filozofu Sokrates sorgulamanın insan olmanın temeli olduğunu vurguluyor. Kavramlarla yaptığı sorgulamayla ‘insanların ruhlarındaki ahlaki özlerin sorularla ortaya çıkarılması, sorgulamalarla kanıların çürütülmesi ve hakikatin ortaya çıkmasını’ amaçlıyor.
Biz ise toplum olarak sorgulamayı adeta “suç” haline getirdik.
İktidara yönelik eleştiriler suç oldu. Ağzını açan hakkında hemen soruşturma başlatılıyor.
. . .
Alman yazar Stefan Zweig ünlü kitabı Amok Koşucusu isimli eserinde Endenozya’ya sürgün edilen bir doktorun saplantılı ruh halini anlatır. Kürtaj olmak isteyen kadın bunun için doktora yüklü para teklif eder. Doktor teklifi ret eder. Uzun süre sonra gördüğü ilk beyaz Avrupalı kadına aşık olur. Saplantılı bir yapısı olan doktor kadını aklından çıkaramaz. Öykü bu çerçevede akıp gider.
Ne yazık ki demokrasinin nimetlerinden yararlanıp iktidar olanlar iktidarı bırakmamak için akıl dışı yollara başvuruyor. Adeta Zweig’in kitabındaki doktor gibi saplantılı bir ruh haliyle koltuğa aşık olmuş durumda.
Sorunlar aklın kullanılmasıyla çözülür. Aklımızı kullanmak zorundayız.
Aksi takdirde toplum olarak daha uzun bir süre Stockholm Sendromu yaşarız!