Onca dert, onca yokluk…
Bir de yoklar arasında var olan futbol…
Tuhaf ama dertlere derman görülen bir hastalık…
Meftunu olduğu takımın, ezeli rakibini yenmesinin ardından yürüyüşü değişen tutkulu taraftarın, süklüm püklüm halden sıyrılıp, mahallenin kabadayısı edasıyla yürüyüşü örneğin…
Cepte metelik yokmuş kimin umurunda…
Boru mu bu…
Tuttuğu takım kazanmış maçı…
Hele bir de farklı bir skorla ayrılmışsa stattan.
Şampiyonluk çantada keklik duruma gelmişse…
Kim takar hayat pahalılığını…
Eve ekmek götürememenin ezikliğini…
İşte deli divane konvoy geçiyor bağıra çağıra…
Ama ne geçme…
Yırtınıyor adeta…
Neredeyse zaten eski püskü olan giysilerini parçalayacak sevinçten….
Ya cüzdanın zavallılığı,
Evde yolunu gözleyen çoluk çocuk…
Bırak şimdi bunları…
Anın keyfini çıkarmaya bak…
Bir acayip tutkudur futbol…
Lidere, ‘’futbol olmasaydı, ben ülkeyi yönetemezdim’’ dedirtecek kadar uç noktada bir sevda.
1926 yılında kurulan faşist askeri cuntada Maliye Bakanı olarak göreve başlayan ve 1968 yılına kadar Portekiz'i yöneten Antonio Salazar'ın bu sözünü ilerici, demokrat ve sol kesimlerde bilmeyen yok gibidir.
Politika ile futbolun ilişkisi üzerine ne zaman bir konu açılsa, Salazar'ın bu sözleri gelir akla.
Zamanla halk kitlelerinin ayrılmaz bir parçası olan futbol oy avcılığının da etkin bir unsuru oldu.
Kısa sürede köşe dönme aracına dönüşen futbol, yalnız gençlerin değil, ana-babaların da tercih nedeni haline geldi.
Bu cazibe, ana-babaların erkek çocuklarının doktor ya da bilim adamı olma hayallerini ‘’futbolcu olacak’’ söylemlerine dönüştürdü.
Futbol, bugün de cazibe merkezi olma özelliğini sürdürüyor…
Umalım bu cazibe, insanları gerçek sorunları görmekten daha fazla uzaklaştırmasın.
Zaten flu gören gözleri bütünüyle kor etmesin