Geçen yüzyılın başlarında, bugün üzerinde yaşadığımız toprakların görüntüsü, 'diz boyu' deyimiyle bile anlatılamayacak boyutta bir yoksulluktur.

Şevket Süreyya Aydemir kendi yaşam öyküsünü anlattığı 'Suyu Arayan Adam' kitabında Anadolu'nun görünümünü 'dünyanın kabuğunun öldüğü' benzetmesiyle özetlemiştir sanki. Çarpıcı bir benzetmedir bu! Dünyanın kabuğu, derisi yani… Ama bu bölge, coğrafyamız o halde ki, bedenin artık kan gitmeyen bir bölümü halinde… Ten kurumuş, ten olmaktan çıkmış, dökülmeye hazır…

İşte Aydemir'in gözlemleri:

'Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Demek ki Anadolu buydu. Ne var ki, gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığımız Anadolu'ya hiç benzemiyordu. Burası, dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak hergün biraz daha çölleşiyordu… Köy denilen şey, bozkırın boşluklarında kaybolmuş birtakım kovuklardı…'

***

Aydemir'in bu gözlemleri yaptığı ve yazdığı yıllardan biraz daha geriye gittiğimizde, karşımıza çok daha büyük bir sefalet çıkacaktır…

Birinci Dünya Savaşı'na doğru akan bir süreçteki görünümden söz ediyorum. Sonra savaş ve işgal yılları gelecektir… Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna doğru giden yıllar yani…

Ordunun yönetimi 5 milyon altınlık kredi karşılığında Almanlara teslim edilmiştir. O Alman komutanlardan Lieman von Sanders, anılarında ordu denetimlerinde karşılaştığı yoksulluk ve sefalet manzaralarını anlatır. Askerlerin giysileri yırtık, ayakları çıplaktır… Beslenmeleri kötü… Enver Paşa ise Sanders'in denetimleri için farklı bir önlem almıştır. Ne mi?

Onun denetleyeceği birliklere yeni elbiseler gönderir. Denetim bittikten sonra ise o yeni giysiler geri alınır. Dahası, 'zayıf ve güçsüz askerler de değiştirilerek yerlerine sağlıklı ve güçlü birlikler' gönderilir. 'Hastalar, zayıflar, güçsüzler benden saklanıyordu' der Sanders.

***

Behiç Erkin'in anılarından öğreniriz ki, seferberlik sırasında Konya'da toplanan 21 bin askere giysi bulunamaz. Levazım Dairesi'ne yapılan başvurular boşa çıkar. Erat, üzerlerinde 'köylü elbiseleriyle' sevk edilir. Yarısı yollarda hastalanır ve ölür.

Kafkas cephesine sevkiyat yapılırken, subaylar bile hayal kırıklığı yaşar. Askerlerin ayaklarında çarık vardır. Eğitimsizdirler. Köy evlerinin daracık odalarında, toprak üzerinde, örtüsüz yatmaktadırlar. Yanlarına aldıkları erzaklar daha Erzurum'a varmadan bitiyordur. Arpa kavurup yiyordur askerler. Sağlık hizmetleri neredeyse yok gibidir.

Örneğin Hasankale'de dört bin hastaya bakmak için bir tek doktor vardır. Dr. Rıfkı Ali Bey der ki:

'Bütün bu hastalara bakıp teşhis ve tedavi değil, hepsine bir bardak su vermeye bile yetişilemiyor.'

Tekalif-i Harbiye yasası çıkarılıp, ordunun gereksinimi olan giysi v.b. halktan toplanmıştır.

İttifak halinde olunan Almanların standartlarına göre, 'Üçüncü Ordu'nun emrinde 36 bin vagon, 840 lokomotif bulunması' gerekir de Doğu Anadolu'da demiryolu yoktur. Onuncu Kolordu, Samsun'dan Erzurum'a günlerce yürüyerek gitmiştir.

***

Atatürk'ün ölümünün sekseninci yıldönümünde yazdım bu yazıyı.

Onun adı buraya dek hiç geçmedi.

Şimdi geçiyor…

Böylesine yoksulluk içinden örgütlemişti o Kurtuluş Ordusu'nu…

Bunlar bilinince Mustafa Kemal'in örgütlediği kurtuluş mücadelesi daha iyi anlaşılır.

Dünyanın kabuğunun öldüğü, teninin kuruduğu, çatladığı, dökülmeye başladığı yerden doğan güneştir o ve onun mücadelesi…

________________

Kaynak: Prof. Dr. Bingür Sönmez – Reyhan Yıldız, 'Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış', İkarus Yayınları, Birinci Baskı: 2007.