Efendim adeta bir Evliya Çelebi edasıyla "Şefaat ya Resulallah!" diyeceğime "Seyahat ya Resulallah!" demişimcesine oradan oraya sürüklendiğim gençliğimin bir sonraki durağı Selanik oldu... Benim için de bir memleket hasreti gidermece olan serüvenimin kalplerinizi ısıtacağını umarak gezip gördüklerimi dilimin döndüğünce aktaracağım...

Öncelikle Yunan halkı ile vakit geçiren herkes birbirimize ne kadar benzediğimize sıklıkla değinir ancak ben bu kadar aynı olabileceğimizi tahmin etmemiştim. Biz aynılık derken hep yemek odaklıyız ve mikro milliyetçiliğimizi çoğu zaman böyle günlük pratiklerle pekiştiriyoruz ancak bambaşka aynılıklarımız var güzel Ege'nin diğer kıyısıyla... Örneğin çarpık kentleşme, Yunan halkı da tıpkı bizler gibi güzel olan ne varsa saklamak için ayrıyeten bir çaba sarf etmişler ne yazık ki. İlk günki tur rehberimize bunun sebebini sorduğumda ise bingo! Bir başka "şahane" benzerlik daha: Müteahhitler... Arsa karşılığında daha çok ev verenlere yönelen halk, kaçak kat sorunu ve çarpık kentleşme lanetiyle halen meşgul. Daha fazla ev sahibi olmak elbette ki ek gelir için mükemmel bir motivasyon ama olay bundan ibaret değil... Çocukları evlendiğinde onlarla yakın oturmak istemelerinin asıl motivasyon olduğunu da kendilerinden duymuş olduk.

Selanik'te gezip görülecek çok yer var, biz Türklerin soluğu ilk aldığı yer ise şüphesiz Atatürk'ün Evi. Ne yazık ki halen restorasyonda olduğu için giremedik. Konsolosluk ile yaptığım telefon görüşmesinde resmi sayfalarında tadilat bittiğinde duyurusunu yapacaklarını söylediler. Bunun takibini elbette yapacağım ve sizlere Atatürk'ün Evi tekrar açıldığında bunu kocaman bir başlıkla duyuracağım. Tadilatın kısa sürede bitmesi oldukça önemli çünkü Türkler ile Yunanlar arasında bir köprü kuruyor. Selanik'e gittiğimizde bizi duygusal kılan tek yer orası aslında... Türkiye'den gelen pek çok turist kafilesi de benzer hayal kırıklıklarını yaşadılar, sitem ettiler ve açılınca tekrar geleceklerini belirttiler. İnsanlarla konuşma fırsatı bulduğumda ise tepkiler çok duygusaldı:"Baba evinde hissediyorum, hele bir de içeri girebilsem neler neler hissederdim!" şahsımın en beğendiği yorumdur kesinlikle. 

Bunun haricinde güzel Yunan halkından bahsetmek boynumun borcu çünkü bana gerçekten evimde hissettirdiler. Sınıfça gittiğimiz tavernalarda (evet birden çok tavernaya gittim çünkü saha araştırması yapmam gerekti, belki biraz da mizacım gereği lale devri insanı olabilirim, efendim çok eğlendim devam edelim) çalan her şarkının melodisini biliyordum, birlikte söyledik, güldük, dans ettik... Bana sürekli bir şeyler yedirip içirmeye çalıştılar, bir güzel politikalara salladık zaten dünden bugüne bu politikalar olmasa yer miydik birbirimizi?  Hiç sanmam... Ben Yunanca bilmiyorum, onların da çoğu yaşlısı İngilizce bilmiyor ancak Türkiye'den geldiğimi anlayacak kadar herkesin dil bilgisi var, mimiklerle bile kolaylıkla anlaşabildik... Kimseden olumsuz tek bir şey görmedim, duymadım. Aksine Türk olduğumu söylediğimde bana karşı daha samimi ve şakacı davrandılar, ortaklıklara onlar da sıklıkla değiniyorlardı. 

Son olarak beni çok etkileyen bir şey yaşadım, beni bir köşede oturtup ağlatacak bir şeye: Türkiye'nin o eski günleri... Açıkçası gitmeden önce duygusal bir anlam yüklediğim bir şehir mi tartışılır ama çocukluğumun İstanbul'u vardı karşımda sanki. Kokular, insanlar-özellikle de mutlu insanlar-,taburesini sokağın ortasına çekmiş tasasız yaşlılar... En son bu nostaljiyle mücadele etmeyi bırakıp oturup ağlamayı tercih ettim (dürüst olmam gerekirse tercihten ziyade zaruri bir ihtiyaçtı benimkisi). Belki bazılarınıza ironik gelecektir ancak çocukluğumdan beri bir yandan Yunan şarkıları diğer yandan Balkan türküleri dinleyerek büyüdüm. Hakan Yeşilyurt'tan "Çalın Davulları" bir diğer adıyla "Selanik, viran olasın. Taşını toprağını seller alasın. Sen de benim gibi yarsız kalasın!" dinledim. Ama hayır, iyi ki güzel Selanik viran olmamış, yoksa yıllardır hasretiyle yanıp kavrulduğumuz hisleri tatma fırsatı kim bilir ne zaman nasip olurdu...