Erhan Us çalışmalarında kaosu, kapitalizmi ve yabancılaşmayla ötekileştirilmeyi, büyük bir titizlikle izleyiciye aktarıyor. Us ile kavramsal sanatla olan hikayesini ve çalışmalarına konu olan tüketim kültürünü konuştuk.
• Bize kendinizi anlatır mısınız?
33 yaşında bir sanatçı ve yazarım. Eserlerimin tamamı için kavramsal/protest diyebiliriz. Eski sektörlerim turizm ve marketing üretimimde ilham kaynağı oldu diyebilirim, özellikle 2018 yılında yayımlanan kitabım Dijital Prestij'de. Burada bireyin teknolojik alışkanlıklarla sosyolojik özelliklerinin nasıl değiştiği ve kurumsal hayatta kullanımı gibi konular ele alındı. Multi-disipliner bir sanat üretimim olduğu da söylenebilir zira resim, fotoğraf, yerleştirme, karikatür ve dijitalde çalışmalarım farklı sergilerde izleyiciler ile buluşuyor.
• Bize biraz serginizden bahsedebilir misiniz?
Sergide 20 tuval üzerine karışık teknik, 10'u yerleştirme olmak üzere 30 eser bulunuyor. Yerleştirmeler, 1900'lerin başından itibaren hazır nesnelerin alışıldık anlamlarından çıkarılıp içine bir fikir yerleştirerek kullanılmasına devam ederek; raf, davul, cansız manken, kutu, çekiç ve kask gibi materyalleri başarı, boşluk, ötekileştirme, sosyal mesafe ve totaliter rejimlerdeki güç zehirlenmesine farkındalık yaratan nesnelere dönüştürüyor. Türkiye'de birçoğu ilk defa izleyici ile buluşan eserler; geçen yıl 5 kıtada, 26 ülkede sergilendi.
'KRAVAT TASMA HALİNE GELİYOR!'
• Aslında çalışmalarınızda bir kapitalizm eleştirisi de var diyebilir miyiz?
Tabii diyebiliriz. Kapitalizmin günümüzde alternatifleri ile ilgili kısıtlamalar olduğu için tek başına bir hüküm sürüyor. Ama komplikasyonları da çok fazla. Özellikle bireyin metalaşması, köleleşmesi anlamında. Sergide bir kravatın tasma haline gelmesi ile ilgili bir çalışma da bulunuyor. Amaç köleleşmeye vurgu yapmak. Kapitalizm bireysel özgürlükler noktasında karmaşık sorunlar yaratıyor.
'ENTELEKTÜEL ÖLÜMÜ VURGULAMAK İSTEDİM'
• Bu sergide neyi vurgulamak istiyorsunuz?
Özellikle entelektüel ölümü vurgulamak istedim. İktidarların değişimi ile gelişen bir vasıfsızlaşma, entelektüel varlık olarak insanın zayıflatılması ve öldürülmesi aynı zamanda kadrolaşma ve ranta da dikkat çekmek istedim. Bilinçsiz tüketim alışkanlıkları, insanı daha da değersizleştirdi. Günlük hayatta kullanılan objeler, bir farkındalık yaratma anlamında resme göre şüphesiz daha kesin sonuçlar veriyor. Yine popülist medyanın yönlendirmesi ve o eksendeki aptallaşma ile ilgili 'İmparatorluk' adlı bir çalışma da bulunuyor. Dinin yarattığı şekilcilik ve inanç ihtiyacını istismarı ile ilgili eserlerde ciddi ve sert eleştiriler var. Aydınlanma çağından sonra bile dogmanın uzun vadede bir kenara çekildiğini göremiyoruz. İki kutuplu dünya (düalite) anlayışına birey kendini mahkûm ettiği için sekülerizmin karşısına daha radikal hareketler, modernizmin karşısına postmodernizm, başarının karşısına uçurumdan düşmek çıkıyor. Karşınıza çıkan gri alanları görmüyor ve sunulanlar arasında savruluyorsunuz. Bunlar ilhamı olumlu ya da olumsuz anlamda sürekli olarak tetikliyor. Bu noktada soyut konuları görsel bir anlatımla bir şekilde aktarmış oluyorsunuz. Resimlerde daha minimalist anlatımlarım var. Burada modernizim ve postmodernizm anlamında bir gönderme olmasından ziyade ikisi arasındaki savaştan doğan post-gerçeklik, hakikatin muğlaklaşmasına bir eleştiri var. İkinci dünya savaşı sonrasında propaganda teknikleri maalesef medyanın merkezine oturdu ve satış stratejileriyle beslendiğinde sektörlerin öylesine işine geldi ki, bir kanalı açıp bir şey gördüğünüz zaman diğer kanalda aynı konuyu farklı bir anlatımla gördüğümüzde aslında iki kutuplu bir toplum düzeni size sürekli gerçekliği eğip bükerek servis etmiş oluyor.
'TOPLUMUN KUTUPLAŞMASI BİLİMİ ÖLDÜRÜYOR'
• Aslında toplumun kutuplaştırılmasından bahsediyorsunuz…
Evet, bu da önemli bir eleştiri olarak manifesto da yer alıyor. Kutuplaşma özellikle bilimi öldürüyor. Beyin göçünü hızlandırıyor, ülke elitinin ortaya çıkmasını ve entelektüel varlık olan bireyin üretken bir ortamda barınmasını engelliyor. Ülke eliti dediğimiz şey mutlaka bir elitizm değil, bir üstten bakış değil. Entelektüel varlık olarak üretken bireyi bu karmaşa içine soktuğunuzda, kimlik anlamında bir değeri kaybetmiş oluyorsunuz. O artık başka bir yerde, başka bir kimlikle, başka bir pazar için üreten bir kimse haline geliyor. Aslında kurumlarda liyakate dayalı görevlendirmeler yapılmadığı için niteliksiz insan gücü ile karşı karşıyayız. Bir nevi robotlar yaratılıyor, bürokrasi statükosunda boğuluyoruz.
'BU SERTLİKTE ESERLERİN SERGİLENMESİ İÇİN EN UYGUN ZAMAN, BUGÜN'
• Günümüz toplumları uzun bir süredir üretmekten çok tüketmeyi esas alan, nesnelerin imajına hapsolmuş bir kişilik yapısına evriliyor, semboller tarafından kuşatılmış ve parçalanmış olan bir kimlik politikasının parçası haline geliyor. Siz de çalışmalarınızda tüketim kültürünü, tüketim toplumunun bir ürünü olarak bireysel ve sembolik düzlemde sosyal farklılaşmayı ve sınıfsal hiyerarşiyi ele alıyorsunuz, bu sergi aynı zamanda da bir sistem eleştirisi galiba?
Kesinlikle. Sistemi her anlamıyla sarsıyor da diyebiliriz. Din ve toplumsal cinsiyet rolleri, popülizm, ötekileştirilme, entelektüel varlığın son bulması, en önemlisi de iktidar eliyle yapılan ötekileştirme ve sonrasında yaşadığı güç zehirlenmesi… Sergide 'S for Suleiman' adlı çalışma da (kask) ikinci dünya savaşında Nazi subaylarının kaskından ilham alan, kişinin yükseldikçe yaşadığı bu güç zehirlenmesi sonucu yarattığı zulüm ile ilgili bir eser de bulunuyor. Ankara'da, hatta Türkiye genelinde kavramsal sanatın hala hak ettiği yerde olmadığı düşünüldüğünde sanat piyasasının ve geleneksel sanatların kavramsal üzerinden el çekmesi gerektiği aşikar. Sergi manifestosunun dışında eserler tek tek de size gerçekleri fısıldıyorlar. Onların ayrı ayrı manifestoları da mikro- makro bir hiyerarşi oluştursa da sergi genelinde kesin bir uyum yaratıyor. Serginin küratörlüğünü Gökçe Oruç üstleniyor. Bu anlamda, aldığım yorumlarda da nadir gerçekleşen, sert ve iddialı bir sergi diyebilirim.
• Son olarak çalışmalarınızı yaparken ne tür referanslar ya da hangi sanatçılar sizi etkiliyor?
Ürettiğim her eser birbirinin referansı oluyor aslında. Bir disiplin/teknikte ürettiğim çalışma diğer bir alanı tetikliyor. Sokrates, Giordano Bruno, Immanuel Kant, Rene Descartes, Pierre-Simon Laplace, Friedrich Nietzsche, Sigmund Freud, Michel Foucault, Kemal Atatürk, Marcel Duchamp, Rene Magritte, Turhan Selçuk, Maurizio Cattelan gibi isimler bana sanat, pozitif bilimler, vizyon, kararlılık ve devrimsellik gibi başlıklarda her zaman ilham veriyor.