Merkez sağın çöktüğünün tescillendiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde, Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 34 oy alarak iktidara geldiğinde yoksulluk- yolsuzluk-yasaklar (3Y) ile mücadele edeceğini, muhafazakar demokrat çizgide yürüyeceğini duyurmuştu. Nitekim partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 'milli görüş gömleğini çıkardım' diyerek değiştiklerini iddia edecekti. Oysa, o gömlek yeniden giyilmek üzere geçici süreliğine askıya asılmıştı. Erdoğan'ın, Erbakan'dan en önemli farkı, daha cesur bir pragmatist olmasıydı. 'Davamın yararına olacaksa papaz elbisesi bile giyerim' diyecek denli sınırları belirsiz bir pragmatizmden bahsediyoruz. Dolayısıyla, partisi iktidara geldiğinde kılı kırk yaran ince hesaplar içinde başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet değerlerini ve Cumhuriyet'in sivil ve askeri bürokrasisini tasfiye edecek taktikleri, geniş bir stratejik düşünüşle uygulamaya koydu.

Örneğin, Cumhuriyet'in sivil bürokrasi kanadı, yüksek ikramiye getirileriyle emekliliği çok cazip hale getiren düzenlemelerle uzaklaştırıldı ve sonrasında oluşan kadro ihtiyacı ittifak içinde olduğu Fethullah Gülen cemaati ile birlikte giderildi. Emekliliği teşvik etmenin yanı sıra kamu yönetiminde reform adı altında sözleşmeli ya da sınavsız personel alımlarıyla devlette Kemalist kadroları dengeleyecek bir kamu personel gücünü oluşturdu.

Milli Görüş geleneğinde devlet destekli bir sanayileşme öngörülürdü hep. Bu, devlet-özel sektör işbirliği demekti. AKP ise devleti tamamen şirket gibi gördü. Nitekim, Recep Tayyip Erdoğan, 'bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa devleti de öyle yönetmek istiyorum' demişti. Neoliberal politikaların uygulanmasına olanak veren şirketleşme Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesini kolaylaştırdığı gibi kamu kaynaklarıyla parti yandaşı olan sermaye sınıfını güçlendirmeyi de amaçlıyordu. Böylece, özelleştirme, şirketleşme, yeni personel politikalarıyla Cumhuriyet bürokrasisi tamamen pasifize edildi. Geldiğimiz noktada, kamuda 2002 öncesinden kalma kadrolar hemen hemen yok gibidir ve bürokraside artık AKP'nin tam hakimiyeti sözkonusudur.

Cumhuriyet'in askeri bürokrasisinin direnci ise Balyoz, Ergenekon gibi siyasi davalarla kırıldı ve bu süreçte hem ABD ve AB'nin, içeride de liberallerin ve liberal sol çevrelerin tam desteği alındı. AB'ye tam üyelik perspektifi ile geniş bir kesimin sempatisini kazanan AKP, aslında AB sopasıyla orduyu terbiye etmek istiyordu. Çünkü, Kemalist ordunun kendi iktidarını tehdit ettiğini, dolayısıyla geleneksel güvenlik mimarisini sarstığında ancak nefes alabileceğini biliyordu. Nitekim, 2007 seçimlerini kazandıktan sonra özgüveni yerine gelen AKP'nin sürekli darbe yapılacağı söylentileriyle orduyu ve kamuoyunu baskı altında tuttuğu, yargı eliyle bir operasyon rejimi kurduğu, siyaseti, toplumu, devleti dizayn ettiği görülüyordu.

2010 referandumu AKP için kendilerinin deyimiyle 'yargı vesayetinden kurtulma' yolunda altın vuruş oldu. AKP artık tüm dizginlerinden kurtulduğunu düşünmeye başladı, laik Cumhuriyeti yıkma konusunda daha çok cesaret kazandı ve o ana kadar bir şekilde gizlenmeye çalışılan gerçek niyetler usul usul dillendirildi. Dönemin İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu'nun Nisan 2013'de kamuoyuna da yansıyan şu sözleri herkesin dikkatini çekecekti.

'10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.'

Babuşcu, yaptıklarının devletin kurumsal hafızasına düşülecek notlar açısından uzun bir süre devam etmesi için iktidarda kalmaları gerektiğini de ifade etmeydi.

Gerçekten de Babuşcu'nun dediği gibi inşa dönemine geçilmişti.

Eğitimin dinselleştirilmesi, imam hatip okulların yaygınlaştırılması ve öğrencilerin bu okullara gitmeye zorlanması, Cuma namazı saati düzenlemeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aile Bakanlığı ile yaptığı protokollerle etki alanını artırması, sonrasında gündelik hayatın her alanına müdahil olmaya başlaması, yeni Osmanlı hayalleriyle ve mezhepçi bakış açısıyla Suriye savaşına taraf olunması, Diyanet İşleri Başkanı'nın protokoldeki yerinin yükseltilmesi, sıbyan mekteplerinin açılması, eğlence yerleriyle ilgili süre sınırlamaları, okullara değerler eğitimi dersi vesilesiyle tarikat-cemaatlerin sokulması, İstanbul sözleşmesinin feshi, Ayasofya Camisi'nin açılması, Taksim'e cami yapılması, Resmi Gazete'de Kuran-ı Kerim'e atıf yapılarak kanun yazılması, en son yeni Yargıtay binasının açılışının dualarla yapılması ve yine ilk kez Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'ndeki mezuniyet törenine Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın katılması, Cumhuriyet döneminde yapılan mekanların birer birer yıkılarak bir döneme ait hafızanın silinmesi, Atatürk portre ve heykellerinin kamusal alanlardan kaldırılması gibi, listelenmesi hayli uzun söylem ve pratikler bu 'inşa döneminde' karşımıza çıktı.

(Devam edecek)